Sunday, January 30, 2011
Kukla Tiyatrosu
BirGün
30 Ocak 2010
Berkeley’de daha kış bitmeden bahar geldi. Havalar güzelleştikçe, sağda solda gitar çalıp şarkı söyleyen çocukların sayısı artıyor. Her gün en az bir iki kişiye rastlıyorum. Bazıları gerçekten çok iyi. Geçen gün birisi öyle bir ‘Hallelujah’ söylüyordu ki, Jeff Buckley’in bile hoşuna gidebilir diye düşündüm. Sonra baktım ki, iyi olduğunu biliyor velet! Şarkının en dokunaklı yerlerini bile ölçülü bir kederle söylüyor. Hay Allah, dedim kendi kendime, keşke bu kadar farkında olmasaydı. O zaman gerçekten müthiş olabilirdi çünkü.
Heinrich von Kleist’ın ‘Kukla Tiyatrosu’ adlı kısa öyküsünde çok ilginç bir pasaj vardır. Anlatıcı bir süre önce çok zarif ve alımlı bir genç adamla tanıştığını söyler bize. Gözalıcı bir güzelliği olan bu genç sıcakkanlı ve sempatik biridir. Birlikte gezer tozar, Paris’e gidip müzeleri dolaşırlar. Bir gün bu genç adam, ayaklarını kurulamak için bir tabureye oturduğunda kendini aynada görür. Aynadaki imgesinin Paris’te gördükleri bir heykeli andırdığını farkeder. Ayağına batmış dikeni çıkarmaya çalışan bir delikanlıyı gösteren meşhur Yunan heykelidir bu. Kendi hareketinde aynı inceliği farketmiş ve çok etkilenmiştir.
Anlatıcının da kışkırtmasıyla aynı hareketi tekrar etmek ister. Ancak ne kadar denediyse de başarılı olamaz: "Bana göstermek için ayağını ikinci kez kaldırdı, ama herkesin tahmin edeceği gibi, sonuç bir felaketti. Üçüncü, dördüncü kez denediğinde de durum değişmedi. Ayağını belki on kere kaldırarak benzer bir pozisyonu aradı, ama çabası tamamen boşunaydı. Aynı hareketi tekrar edemiyordu bir türlü. O zarif duruşu andırmak bir yana, gülünç sersemce hareketler yapıp duruyordu. Kendimi gülmekten zorla alıkoyuyordum.”
Genç adam bu noktadan sonra gözle görülür bir şekilde değişir. Zamanının çoğunu ayna önünde kendini seyrederek geçirmeye başlar. Yavaş yavaş çekiciliğini, ışıltısını kaybeder ve üzerine kendini beğenmiş züppelerin bayatlığı siner. Doğal zarafetinin yerini sahte bir nezaket almış, bir yıl içinde bambaşka biri olup çıkmıştır.
Bu küçücük hikayeyi her okuyuşumda aynı noktaya takılır kalırım: bilinç topyekün lanetli bir şey midir? Bir bilince sahip olduğumuz sürece masumiyetimizi korumamız neredeyse imkansızdır belki de. Hepimiz bu genç adamın düştüğü durumu tanırız aslında. Kendimizi farkettiğimiz anda, bizi izleyen başkalarının varlığını da hissederiz. Birileri bizi izlediği sürece sahnedeyizdir. Daha da korkuncu, birisi bizi izlemese de sahnede kalırız. Çünkü kendi kendimizin ebedi seyircisi olmuşuzdur artık.
Bu lanet gerçekten sahnede olanları daha kötü vurur. Onlar en büyük gözaltındadır çünkü. Sanatçının kendini koruyabilmek için seyirciyi unutması gerekir kimi zaman. Oysa, sahnede olan bir süre sonra sahnenin kendisi olur çıkar. Bu da ne kadar yetenekli olursa olsun, sanatçının üzerinde bir gölge gibi asılı durur. ‘Gönülçelen’in samimiyet konusundaki hassasiyetiyle meşhur karakteri Holden Caulfield, çalarken kendini aynada seyreden caz piyanisti Ernie’yi görünce, “onun kadar iyi olsaydım, tuvalette çalmayı tercih ederdim,” der mesela.
Aslında gayet iyi bir müzisyen olan bir arkadaşımı hatırlatıyor bu bana. Üniversitedeyken herkes biraz gitar çalar tabii. Ama bu çocuk çok iyiydi gerçekten. Ne zaman gitarı eline alsa, insanlar gülüşüp konuşmayı bırakır, kulak kesilip onu dinlerdi. Dinleyenler çoğaldıkça gitarın sesi de arttı, o zamanlar ‘sosyete kantini’ dediğimiz yerde yaşayan güzel kızların duyabileceği kadar yüksek çıkmaya başladı. Sonra o kendi halindeki sessiz çocuk, bu kızlardan biriyle çıkar oldu. Sonra da bir başkasıyla. Bir gün onu çimlerde, ‘Söyle söyle, hiç mi beni sevmedin?’ diye çalıp söylerken gördüm. Etrafını çevirmiş kızlı erkekli bir grup şarkının biteviye ritmine uyarak bir o yana bir bu yana sallanıyor, nakarat kısmında o da herkesle birlikte avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Düşünüyorum da, Holden haklı olabilir. Belki de tuvalette çalmalıdır insan. En azından arada bir.
Jeff Buckley’in yaptığı gibi mesela. O, seyirciye sırtını dönerek de çalabilmiştir. Seyirci değil, şarkı onu beğensin istemiştir. Şarkı da onu seçmiştir belli ki: Buckley’den beri hiç kimse ‘Hallelujah’ı onun kadar güzel söyleyememiştir.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
2 comments:
Havva, Adem... Elma… Farkında… evet ben bu hikayeyi bir yerden tanıyorum.. o zaman daha küçüktüm, işte okulun ilk yılları.. Bir hocamız vardı: “Hegel is my man!” demişti, o istemişti, yazmıştım.. Namı-diğer Süreç boyunca en korkuncu artık kendi kendimi izlemekten kurtulamamak mıdır diye kaç kere sordum hatırlamıyorum, ama en azından benim açımdan pek öyle değil gibi durum.. Hegel “çağın ruhunu anlamak” derken güzel demiş ya; uç totaliter merakın boyutlarını düşününce “farkındalığı” kendime önce nerden dert edinsem? İçinde bulunduğum çağın iç kısıtlarından ziyade (tamam egomdan yana da pek dertliyim, inkar edemem de) dış kısıtları üzre, Türkiye’den kaçıp kendimi kemanımla Uruguay’da bir tuvalete de kapatsam pek şansım olmaz sanıyorum, garip bir merak kimi abimlerdeki... Ama dert değil, gerçekten değil, hepsinin ötesinde başka bir Farkındalığı daha tanıyorum çünkü, kontrol edilemez, kimileri için kötü haber.. Önce Havva’ya elmayı yediren Başkaldırı Ruhu nihayet iki kısıtlamanın de ötesine geçebilecek kadar güçlü..
if “True voyage is return,” but then in a different manner ;)
Aklıma geldi, yazmadan geçemedim,
Sevgilerimle, Cansevil Tumanbay.
Merhaba Cansevil!
Gerçekten Uruguay'a kaçmadın, değil mi? Ve evet, tuvalete piyano yerine kemanla girmek daha iyi bir fikir olabilir.:)
Hikayeyi hatırladığına sevindim.
Selamlar.
Post a Comment