Çocukken uyuduğum
odada küçük bir gömme dolap vardı. Altta çekmeceler, üstte üç beş kıyafet
asacak kadar bir boşluk. Babam kapağını beyaz yağlıboyayla boyamış, içini
kağıtla kaplamıştı. Neyim var neyim yoksa o dolabın içinde dururdu. Gündüzleri
aramız fena sayılmazdı dolapla. Defalarca kapısını açar kapatır, bir şeyler
alır koyardım.
Fakat gece olunca
her şey renk değiştirir, dünya düşmanlaşırdı. Dolap da tanıdık bir yer olmaktan
çıkar, korkutucu bir yer haline gelirdi. Anahtarı kilide tam olarak oturmadığı
için kapısı hiç kapanmaz, davetkar bir şekilde hafifçe aralık dururdu. Gece
olup da gölgeler odayı doldurduğunda, gözümü bu aralıktan sızan koyu
karanlıktan ayıramazdım. Orada kötücül bir yaratığın yaşadığından adım gibi
emindim.
Her gece aynı şey
tekrarlanırdı. Annem gelip ışığı söndürür ve iyi geceler dileyip giderdi.
Böylece bir dünya biter, bir başka dünya başlardı. Bunu yetişkinlere anlatmanın
ihtimali yoktu. Bunu hissedebiliyordum. Onun için denemiyordum bile. Işık
söndükten sonra yorganın altında büzülmüş uyumaya çalışırken, gün içinde
dolapla kurduğum ilişkiyi unuturdum. Dolabın tanıdık çekiciliği, çekmecelerden
yayılan sabun kokusu gibi dağılıp giderdi. Gece başka bir zamandı. Her şey gibi
onun da ayrı kuralları, farklı bir gerçekliği vardı. Bunda şaşılacak bir şey
yoktu. Bana çok doğal görünüyordu. Doğal ama korkunç.
Gece yatağımda
huzursuzlandığımda yanıma gelen babamın uykusuzluktan şişmiş gözleriyle bana
bakarak korkacak bir şey olmadığını söyleyişi geliyor aklıma: “Bunlar sadece gölge,
şimdi gözlerini kapat ve uyumaya çalış.”
Dolaptaki
canavarı babama anlatamamanın çaresizliği canavardan daha ürkütücüydü. Bunu çok
iyi hatırlıyorum. Kendi dünyamın başkalarına kapalı olduğunu ilk kez böyle fark
etmiştim. Kabuslarımdaki en korkunç şeyleri anlatacak bir dil yoktu. Orası sessizliğin
alanıydı ve yalnızca bana aitti. Beni ne kadar seviyor olsalar da, korumak için
çırpınsalar da, annem ve babam bile oraya giremezlerdi. Dolaptaki canavarla tek
başına yüzleşmek zorundaydım.
Bu bilgi beni
sarsmıştı. Tamamen yalnız olduğum bir yer vardı. Ve bundan bahsetmek bile
mümkün değildi.
Bu olaydan
seneler sonra, Goethe’nin Der Erlkönig adlı şiirini okuduğumda beni
iliklerime kadar titreten şeyin, çocukluğumun büyük bir kısmını ele geçiren bu
çaresizlik hissinin hortlamasıyla ilgili olduğunu düşündüm.
Goethe bu şiirde,
kucağında hasta çocuğuyla at sırtında ormandan geçen bir babayı anlatır. Adam
atını dörtnala sürer, çünkü gecenin bir yarısında ateşler içinde yanan çocuğunu
evine yetiştirmeye çalışmaktadır. Çocuk ise, muhtemelen yüksek ateş yüzünden,
sanrılar içindedir ve Erlkönig denen gulyabaninin kendisiyle konuştuğuna inanır.
Babanın, çocuğun ve onun canını almak için bekleyen Erlkönig’in seslerinin birbirine
karışmasıyla ilerleyen şiirin sonlarına doğru hava iyice ağırlaşır. Çocuğun
korkusu yavaş yavaş okuyucuya da sirayet eder.
Ancak oğlan ne
kadar “Baba, babacığım! duymuyor musun?” diye seslense de, babası onu
anlamayacak ve gerçek sandığı şeylerin aslında yaprakların hışırtısı, sisin
hareketi, gölgelerin oyunu söyleyerek çocuğu yatıştırmaya çalışacaktır. Şiirin
sonunda baba ve oğul ormandan çıkarlar. Ancak Erlkönig söylediğini yapmış, çocuğu
babasının kucağından zorla çekip almış ve kendi dünyasının karanlığına
katmıştır.
Baba ürperir
korkuyla, ve hızlıca sürer atını,
Kollarında tutar inleyen oğlanı.
Büyük zorluklarla ulaşır avluya.
Kucağında ölmüş çocuğuyla.
Kollarında tutar inleyen oğlanı.
Büyük zorluklarla ulaşır avluya.
Kucağında ölmüş çocuğuyla.
Kucağında oğlunun
cansız bedeniyle kala kalan bu adam acınasıdır elbette. Ama bu şiirde asıl
kalbimi kıran oğlanın o incecik ve çaresiz sesidir. “Babacığım,
babacığım! orada, görmüyor musun?”
diyen sesi.
Bana öyle gelir
ki, bu dünyadaki varlığımız o seste bulur kendini. Bütün insanlık o sesle
konuşur. Herkesin bir başına olduğu o ıssız yerde.
No comments:
Post a Comment