Showing posts with label Goethe. Show all posts
Showing posts with label Goethe. Show all posts

Monday, February 27, 2012

Erlkönig



Çocukken uyuduğum odada küçük bir gömme dolap vardı. Altta çekmeceler, üstte üç beş kıyafet asacak kadar bir boşluk. Babam kapağını beyaz yağlıboyayla boyamış, içini kağıtla kaplamıştı. Neyim var neyim yoksa o dolabın içinde dururdu. Gündüzleri aramız fena sayılmazdı dolapla. Defalarca kapısını açar kapatır, bir şeyler alır koyardım.

Fakat gece olunca her şey renk değiştirir, dünya düşmanlaşırdı. Dolap da tanıdık bir yer olmaktan çıkar, korkutucu bir yer haline gelirdi. Anahtarı kilide tam olarak oturmadığı için kapısı hiç kapanmaz, davetkar bir şekilde hafifçe aralık dururdu. Gece olup da gölgeler odayı doldurduğunda, gözümü bu aralıktan sızan koyu karanlıktan ayıramazdım. Orada kötücül bir yaratığın yaşadığından adım gibi emindim.

Her gece aynı şey tekrarlanırdı. Annem gelip ışığı söndürür ve iyi geceler dileyip giderdi. Böylece bir dünya biter, bir başka dünya başlardı. Bunu yetişkinlere anlatmanın ihtimali yoktu. Bunu hissedebiliyordum. Onun için denemiyordum bile. Işık söndükten sonra yorganın altında büzülmüş uyumaya çalışırken, gün içinde dolapla kurduğum ilişkiyi unuturdum. Dolabın tanıdık çekiciliği, çekmecelerden yayılan sabun kokusu gibi dağılıp giderdi. Gece başka bir zamandı. Her şey gibi onun da ayrı kuralları, farklı bir gerçekliği vardı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bana çok doğal görünüyordu. Doğal ama korkunç.

Gece yatağımda huzursuzlandığımda yanıma gelen babamın uykusuzluktan şişmiş gözleriyle bana bakarak korkacak bir şey olmadığını söyleyişi geliyor aklıma: “Bunlar sadece gölge, şimdi gözlerini kapat ve uyumaya çalış.”

Dolaptaki canavarı babama anlatamamanın çaresizliği canavardan daha ürkütücüydü. Bunu çok iyi hatırlıyorum. Kendi dünyamın başkalarına kapalı olduğunu ilk kez böyle fark etmiştim. Kabuslarımdaki en korkunç şeyleri anlatacak bir dil yoktu. Orası sessizliğin alanıydı ve yalnızca bana aitti. Beni ne kadar seviyor olsalar da, korumak için çırpınsalar da, annem ve babam bile oraya giremezlerdi. Dolaptaki canavarla tek başına yüzleşmek zorundaydım.

Bu bilgi beni sarsmıştı. Tamamen yalnız olduğum bir yer vardı. Ve bundan bahsetmek bile mümkün değildi.

Bu olaydan seneler sonra, Goethe’nin Der Erlkönig adlı şiirini okuduğumda beni iliklerime kadar titreten şeyin, çocukluğumun büyük bir kısmını ele geçiren bu çaresizlik hissinin hortlamasıyla ilgili olduğunu düşündüm.

Goethe bu şiirde, kucağında hasta çocuğuyla at sırtında ormandan geçen bir babayı anlatır. Adam atını dörtnala sürer, çünkü gecenin bir yarısında ateşler içinde yanan çocuğunu evine yetiştirmeye çalışmaktadır. Çocuk ise, muhtemelen yüksek ateş yüzünden, sanrılar içindedir ve Erlkönig denen gulyabaninin kendisiyle konuştuğuna inanır. Babanın, çocuğun ve onun canını almak için bekleyen Erlkönig’in seslerinin birbirine karışmasıyla ilerleyen şiirin sonlarına doğru hava iyice ağırlaşır. Çocuğun korkusu yavaş yavaş okuyucuya da sirayet eder.

Ancak oğlan ne kadar “Baba, babacığım! duymuyor musun?” diye seslense de, babası onu anlamayacak ve gerçek sandığı şeylerin aslında yaprakların hışırtısı, sisin hareketi, gölgelerin oyunu söyleyerek çocuğu yatıştırmaya çalışacaktır. Şiirin sonunda baba ve oğul ormandan çıkarlar. Ancak Erlkönig söylediğini yapmış, çocuğu babasının kucağından zorla çekip almış ve kendi dünyasının karanlığına katmıştır.

Baba ürperir korkuyla, ve hızlıca sürer atını,
Kollarında tutar inleyen oğlanı.
Büyük zorluklarla ulaşır avluya.
Kucağında ölmüş çocuğuyla.

Kucağında oğlunun cansız bedeniyle kala kalan bu adam acınasıdır elbette. Ama bu şiirde asıl kalbimi kıran oğlanın o incecik ve çaresiz sesidir. “Babacığım, babacığım! orada, görmüyor musun?” diyen sesi.

Bana öyle gelir ki, bu dünyadaki varlığımız o seste bulur kendini. Bütün insanlık o sesle konuşur. Herkesin bir başına olduğu o ıssız yerde.

 







Sunday, March 28, 2010

Dur biraz, çok güzelsin!


BirGün

28 Mart 2010

Alman edebiyatının belki de en çok alıntılanan dizesi, ‘Faust’tandır: Verweile doch, du bist so schön! (Dur biraz, çok güzelsin!)

Goethe’nin meşhur oyununda, Faust şeytanla bir anlaşma yapar. Ona ruhunu satacak, Mefisto da bunun karşılığı olarak bu hırslı bilimadamının bütün isteklerini birer birer yerine getirecektir. Buraya kadar, korkunç da olsa adil bir anlaşma gibi görünür bu. Ama şeytanın bir koşulu daha vardır. Faust, herhangi bir tecrübe için yukarıdaki cümleyi söyler ve yaşamının bir anında demir atıp kalmak isterse, orada hayata veda edecektir.

Mefisto bu maddeyle, hem Faust’la hem de Tanrı’yla mücadeleye girer. Bir taraftan, Faust’un dünyaya duyduğu açlığı ona karşı kullanırken, bir yandan da özgürlük kadar değerli bir şeyi melekler dururken insanların eline bırakan Tanrı’ya hata yaptığını göstermek ister. İnsan zaaftan ibarettir. Özgürlüğü taşıyamaz. Mefisto’ya göre Faust, kendisine sunulan dünyevi zevklere kanacak ve doymayacaktır.

Oyun boyunca, Faust’un ağzından bu lafın dökülmesini bekleriz. Fakat o, hayatının sonuna kadar bir tecrübeden bir diğerine koşar. Başka insanları kendi arzularına oyuncak eder ve bundan kendini alamaz. Margaret’e tutulduğunu sandığı anda bile aklındaki tek şey onu ele geçirmek, ona sahip olmaktır.

Beklediğimizi bize ancak oyunun sonunda verecektir Faust. Ölmeden önce, zaaflarına göğüs gerebilecek kadar güçlü bir insanlık düşler. Öyle bir insanlık ki, ölüm anına kadar cesaretle ayakta kalacak, sonluluğunun bilincine rağmen tanrısal olanı kendinde bulacaktır. Ancak böyle bir dünyaya, ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ diyebileceğini hayal eder. Ve bunu hayal ettiği anda da ölür.

Bu cümle Goethe’nin dahiyane buluşudur. Yalnızca Faust’u değil, hepimizi anlatmak için kullanır onu. Modern insan tatminsizdir. İleriye, daha ileriye, hep daha ileriye gitmek ister. İçinde bulunduğu anın farkında değildir. Mutlu olsa bile, bunun ayırdına varamaz. Çünkü daha ilerideki bir zamana, daha büyük bir hazza, daha ağız sulandırıcı bir lokmaya dikmiştir gözünü. Modernlik, büyük bir açgözlülüktür. Dev bir mide, kösnül bir ağız, kocaman bir Ego’dur. Her gün yarına ötelendiği için, ‘şimdi’ çoktan kaybedilmiştir. Elimizde kalan sadece ne olduğu belirsiz bir gelecek vaadidir.

‘Şimdi’nin kaybedilmesi, Goethe’nin çok iyi anladığı gibi, mutluluğun kaybedilmesi demektir. Mutluluğun yerini haz doldurur. Hazla mutluluğu karıştıran insan, hep daha fazlasını ister ve Faust gibi doyurulamaz bir açlık içinde bir deneyimden bir başkasına savrulur. Oysa hazla beslenen hep aç kalır. Çünkü haz, her zaman kendinden daha büyük bir boşluk bırakır geride.

Mutluluk ise ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ dediğimiz andadır. Ama Mefisto’nun umduğu gibi değil. Hazla dolduğumuz andaki gibi değil. Çünkü o anın hep bir ertesi vardır. Mutluluk ertesi olmayan bir andır. Sonsuz bir ‘şimdi’dir o. Hep içinde kalmak istediğimiz zamandır.

O zaman, ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ belki de basit bir şeydir. Mesela, bir kış gecesi soğuk bir mutfakta yapılan sıcak bir sohbettir. Ayaklar alta toplanır, eller çay bardaklarında ısıtılır. Bazan konuşulur, bazan uzun uzun susulur. Çaydanlık fokurdar, pencereler buğulanır. Gece uzayıp gider. Ertesi olmasın istediğimiz an budur belki. Sessizliklerle bölünen o sohbetin yarattığı dostlukta sonsuza kadar kalmak isteriz. İki insanın yakınlığında tanrısal bir şey vardır çünkü. ‘Ben’in sınırlarının zorlandığı, insanın kendi derisinden çıkıp ötekinin bedenine girmeye en çok yaklaştığı andır bu.

Ama bir düştür elbette. Zaman orada durmayacak, kimse başkasını tümüyle anlamayacak, hayat yine aynı telaş içinde devam edecektir. Yine de, konuşurken o düş gerçek olur. Yalnızca bir an için.

İşte o anda durmak isteriz.

Faust gibi bu düşe ‘evet’ deyip bencilliğimizden sıyrılmak ve ruhumuzu şeytanın elinden çekip almak isteriz.