Monday, April 16, 2012

İş Defteri*

Korkağın biriyim ben. En çok da yazmaktan korkuyorum. Hep korktum. Yeni değil bu.

Korku çok adi bir şey. Hiç kendine benzemiyor. Benzese tespit etmesi kolay olur, yakasından tutup atarsınız. Ama o her seferinde farklı bir şekil alarak dikiliyor insanın karşısına. Yazmaktan neden bu kadar korktuğumu düşününce birbirini tutmayan bir sürü sebep buluyorum mesela. Kontrolü kaybetmekten korkuyorum. Çok kontrollü davranıp kasıntı olmaktan korkuyorum. Kendimle yüz yüze gelmekten korkuyorum. Fazlaca görünür olmaktan korktuğum gibi görünmemekten de korkuyorum. Duygusal şeyler yazıp çiçek böcek yazarı diye anılmaktan korkuyorum. Duygusal olmayayım derken bu sefer bıçkın biri gibi davranıp saçmalamaktan korkuyorum. Yanlış anlaşılırım diye korkuyorum. Bilmiş bilmiş laflar edip kendimi rezil etmekten korkuyorum. Beğenilmemekten korkuyorum. Ama beni beğensinler diye uğraşıp samimiyetimi kaybetmekten de korkuyorum.

Ve tabii kötü yazmaktan deli gibi korkuyorum.

Yazma korkum ilkokul birinci sınıfta, yani yazmayı öğrendiğim sene başladı. İş defteri diye bir şey vardı o zamanlar. Sınıfta yazılan şeyler günlük defterde toplanır, sonra eve gidildiğinde iş defterine temize çekilirdi. Bazılarınınki çok düzgün olurdu: önce beyaz kağıtla sonra yıpranmasın diye ikinci bir kat naylonla kaplanmış, inci gibi bir yazıyla donatılmış ve çiçekli kenar süsleriyle bezenmiş pırıl pırıl iş defterleri gördüğümü hatırlıyorum.

Benim defterim ise düpedüz berbattı. Yazım zaten bir felaketti, kargacık burgacık bir şeyler çiziktirip duruyordum. Ayrıca satırları bir türlü tutturamıyordum: harfler hep aşağıya doğru yuvarlanıyor, sayfanın bir köşesinden çıkıp gidecekmiş gibi duruyorlardı. Defterimin kabı sıyrılmış, yaprakları kollarımı sürtüp durduğum için kararıp kıvrılmıştı. Mandal takardık o kıvrılan yerler düzelsin diye.

Bir kere kıvrılan şeyin bir daha asla eskisi gibi olamayacağını da o defter sayesinde öğrendim ya, isterseniz şimdi oraya hiç girmeyelim.

İşte bu defter benim kabusumdu. Uğraşır dururdum bütün gece bir şeye benzesin diye. Ama bir türlü olmazdı. Öğretmen sıraların arasında dolaşıp iş defterlerini kontrol ederken başımı önüme eğer, mandallardan kurtulur kurtulmaz yeniden kıvrılıveren yaprakları göz ucuyla seyrederek hayıflanırdım.

Okulla beraber hayatım değişmişti. Kalemlere asılmaktan hissizleşen parmaklar, dolmak bilmeyen sayfalar ve birbiri üzerine yığılan ödevlerden oluşan bir dünyam vardı artık. İş defteri bunların hepsiydi sanki. Onu düşman bellemiştim. Ta ki kaybedene kadar.

Bir gün kılçık bir oğlan çocuğu defterimi elimden kaptığı gibi kaçırdı. Uzunca bir süre kovalamaca oynadık. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat ben tam da ‘eh, artık geri verir herhalde’ diye düşünürken, garip bir şey oldu. Onu nasıl kızdırdıysam (çocukken çenemi pek tutamazdım), bir türlü hıncını alamadı ve boynunda asılı duran delikli silgiyi çıkarıp yazdığım her şeyi birer birer sildi. Hem de gözümün içine baka baka. Donup kaldım. O kadar şaşırdım ki, hiç bir şey yapamadım. Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Nice uykusuz geceye mal olmuş bütün o yazılar çiziler birer birer uçup gitti. Bir türlü ezberleyemediğim sonbahar şiiri, kimbilir kaç kere yazdığım “Oya yattı uykuya, haydi sen de yat Kaya” fişi, zor bela yaptığım soru işaretleri, hepsi yok oldu. Bir tek şey kaldı geriye: harflerden kalan soluk izlerin üzerinde pırıl pırıl parlayan kocaman kırmızı bir ‘Pekiyi!’ Nasıl olduysa bir ara bir aferin almıştım. O da tükenmezle yazıldığı için bu felaketten sağ çıkmıştı. Şimdi boş sayfada kötü bir şaka gibi duruyordu.

Yazdıklarımın kalıcı olmadığını farketmek yeterince acıydı zaten. Yine de esas meselem bu değildi. Diğer sayfaların yeniden yazılabileceğini hissediyordum. Ama ya üzerinde ‘Pekiyi!’ yazan o boş sayfayı nasıl dolduracaktım? Onu hak edecek kadar iyi ne yazabilirdim ki? Bunu düşündükçe, hastalanacak gibi oluyordum.

İşte o kırmızı ‘Pekiyi!’ benim lanetimdir. Korkulardan bir korku seç deseniz, hiç düşünmeden onu seçerim. Tepemde bir kılıç gibi sallanır durur. Bana her ‘yazabilirsin’ dendiğinde kafamı kaldırıp ona bakar ve ürperirim.

* İlk kez 19 Mart 2010 tarihinde Afili Filintalar adlı sitede yayınlanmıştır.

12 comments:

Anonymous said...

Ben de S harfini beceremezdim.yazdığım bir yazıda S harfleri başka bir fontmuş gibi hemen göze çarpardı :) Yazım da tabiki güzel değildi, hala değil.Grafik, animasyon, kurgu birsürü bişeyler bişeyler öğrendim estetik algım kuvvetlensin diye ama hiçbiri yazıma en ufak bir fayda vermedi.Postanede bankada isim soyisim imza isterler, berbat bir yazı ve nasıl olduysa ilkokul 4. sınıfta belirlediğim imza ile cevap veririm.Sonradan bir de dediler ki yazın senin kişiliğini gösterir : )
Garip bir mesele yazı meselesi teşekkürler bu güzel yazı için.En azından bu sabahı öğlene kadar ilkokul yıllarıyla geçireceğimi biliyorum.Sonra tekrar hızlı, yoğun, yorgun hayata devam...

gonenc said...

Bu yazınız sanırım bu haftaki Birgün köşeniz ile ilişkili. Düşünceleriniz, duygularınız, o kadar bu dünyanın, başarıyı, rekabeti, model insanı kutsayan atmosferine karşı hassas ki, aslında o kadar insani ki; bir de o kadar sinir bozucu (şuan aklıma gelenlere bu kızgınlığım) insanlar var ki, bilmiyorum, sadece onlar da varlar işte...

MARTI said...

Bense hiç korkmadım yazmaktan. İlk okulda bile en çok ve en hızlı (aynı oranda çirkin) yazan olmaktan. Öğretmenim (annem) de hiç kızmadı bana. :)

Must. said...

Sıkıcı cümleler kurmaktan endişe ettiğimi söylerdim. Korkulacak daha çok şey varmış.

endiseliperi said...

yazmaktan ben de korkuyorum. yazı kutsal bir şeymiş gibi, buna cüret ettiğim için beni küçümseyecekler, sessizce yargılayacaklar, parmaklarıyla gösterip dalga geçeceklermiş gibi. kasabalı bir gurura sahip olmanın da payı var galiba bu korkuda.
korkutulmaktan nefret ediyorum. diğer korkudan bahsediyorum. bir insanı aşağılamanın en aşağılık yolu korkutmak. ama dünya böyle bir yer. korkuyoruz ve savunma geliştiriyoruz. kişiliğimizi de bu oluşturuyor; kendimizi dünyaya karşı savunma yöntemlerimiz. geçenlerde bunu konuştuk.
ilkokulda el yazım kötüydü. berbat bir öğrenciydim. tembel miydim yoksa çok mu dalgın, bilemiyorum. eğer şimdinin cevval ebeveynlerine benzeseydi bizimkiler, budalaların gittiği bir okula gitmemin gerektiğine karar verirlerdi. çok üşüdüğüm için altı yaşının kışında yazmayı öğrenirken parmaklarımı bir türlü doğru tutamadım. tir tir titriyordum resmen. hala yazarken kalemi yanlış tutarım. defterim berbattı, köşeleri kıvrık, aciz bir çaba hissedilirdi bazı sayfalarda ya, ikinci u'su unutulmuş bir sayfa dolusu 'cumhuriyet' sözcüğü için avucuma cetveli yemiştim.
sonra değişti her şey. bir perde kalktı zihnimden. eğer ilgili ebeveynlere sahip olsaydım, çok zeki olduğumu söyleyeceklerdi bu kez de. yazım da güzelleşti. hala biraz fazla bastırıyorum. dik, yuvarlak harfler. e'ler hala biraz çocuksu. t'lerin ucunu sola doğru kıvırmaya başladım. mutedil bir insan oluyorum çünkü zamanla. z'lerimin sırtına bir çizgi atıyorum. hafıza sorunlu bir bölge demek ki unutmamak için bir çaba bu. y'lerin g'lerin kuyruklarını bazen kıvırıyorum, bazen dimdik indiriyorum. bu da kendi bedenine bir bakire tereddütü, çekingenliği ile bakmak demek. zapturapt altına alıp, kararlı, kıvrık kuyruklar yapıyorum gerçi. ama bedeni bilincin tahakkümünde tutmamak gereken bir mevzuda bu müdahale işe yaramaz. ancak biçim de ruhu belirler, diyelim, ne diyelim.
yazınız her zamanki gibi hüzün (bazı sözcükler o kadar çiğnendi ki nefret ede ede yazıyorum bu sözcüğü. ama duyguyu tarif eden sözcük de aynen bu.) ve evin içinde tur atmama neden olan bir coşku ile doldurdu içimi. böyle yazmanızı sağlıyorsa, korkun öyleyse yazmaktan.
ben şimdi ananyan'ın, ermeni av hikayelerinden bir hikaye daha okuyacağım. çok yalın, dümdüz, ocak başı hikayeleri. çok hoşuma gidiyor. knut hamsun'ın göçebe serisini hatırlatıyor biraz. sadece doğada geçtiği için değil. yazarın köylü bir bilge tavrı nedeniyle de.
içten sevgiler.

Meltem Gürle said...

Endiseliperi, "cumhuriyet"in "u"larını unuttuğu için cetvel yemiş bir çocuğa ne diyebilirim ki diye düşündüm bir an.

Müthiş bir hikaye olurdu bu.

Siz yazmalısınız.

Korkmayın. Sonunda ben bile kıyısından köşesinden yazmaya başladıysam, herkes yazabilir.

Ustelik siz iyisiniz.

Cok selam.

M.

endiseliperi said...

sizden böyle bir övgü duymak benim için ne kadar kıymetli, bilemezsiniz.

çok teşekkür ederim.

sevgiler.

Meltem Gurle said...

Yorumlar icin hepinize tesekkur ederim.

Sosyal Afis'in "S" harfi de gozumun onune geldi bu arada.

Herkese selamlar.

M.

çevirmen said...

Zamanında yazmaktan bu kadar korkan birinin, bu durumu anlatmak için yazıya sığınması ironik, yazınız ise muhteşem olmuş.

gonenc said...

Selamlar, sizin, bir konu hakkında önerinizi almak istemiştim bu yüzden blog ta kayıtlı mailinize mail attım; uygun görürseniz değerli önerinizi almak isterim.

Oğuz said...

Bunu yazanı anlayabiliyorum :) Ortaokul 1. sınıfta Türkçe derslerinin yazılılarında kompozisyon bölümünde verilen konuya göre fabl yazardım. İlk yazdığımda öğretmen yazılının sonucunu okumadan önce yanıma gelip bunları bir yerden mi okudun kendin mi yazdın diye sorduğunda kendim yazdım demiştim :)

Daha sonra Dikmen Lisesine geldim Çankaya Lisesinden ve oradaki Türkçe hocasına sordum, böyle böyle yazabilir miyim diye, aldığım cevap o gün beni yazmaktan tamamen soğutmuştu. "Komposizyon nasıl yazılıyorsa öyle yaz işte!" demişti, sanki kızarak ve ben o gün kompozisyonun giriş gelişme sonuç kısımlarına ne yazacağımı düşünerek yazmaya başlamıştım bile. Halbuki önceden öyle değildi. Yazılması gerekenleri önceden kafamda kurup, anlatılmak istenen neyse kendi üslubumca anlatıyordum. Sonra ne mi oldu, o kırmızı ile yazılan pekiyi hala aklımda :) ve yazarken o pekiyiyi bir daha göremeyeceğimi bilmek üzüyor beni :D

Meltem Gürle said...

Ben de sizi anladım bunu okuyunca. Çok güzel bir masal anlatmış olmama rağmen dilbilgisi kurallarının hepsine riayet etmeyi başaramadığım için (dördüncü sınıftaydım) sıfır aldığım bir kompozisyon sınavını hatırlattı bana.

Demek herkese oluyor bunlar. Ruhumuzu ve hevesimizi kıran şeyler.