BirGün
8 Nisan 2012
Bir yazar tipi vardır, sanki çatapatlarla, kızkaçıranlarla, patlangaçlarla dolaşır sürekli. Her türlü kelime oyununu sever, dramatik sahnelere bayılır, karakterlerine illa ki büyük büyük laflar ettirir. Ne tür artistlik yapsa gözü doymak bilmez. İster ki metinlerini önce baştan sona, sonra sondan başa, ardından bir de çaprazlama okuyalım. Hem de her seferinde başka anlamlar bulalım.
Bunların kaldırdığı toz duman dağıldıktan sonra, arka sırada mahcup bir şekilde duran bir başka tür yazar görürüz. Bu ikinci grup tantanayı fazla sevmez. Onlar sadece dikkatli gözler için yazarlar. Gündelik hayatın sızısından, sıradan insanların tükenmişliğinden, kalp kırıklıklarından bahsederler. Bunlar herkesin baktığı ama pek az insanın görebildiği inceliklerin hikayecisidir.
İrlandalı yazar James Joyce, bu iki gruba da giriyor olması açısından ilginç bir vaka teşkil eder. Ulysses’de mesela, sıradan bir adamın olağan bir gününü olabilecek en tantanalı şekilde anlatır. Ulysses büyük bir romandır elbette. Fakat ben seçmek zorunda kalsam, dönüp dolaşıp yine gider Dublinliler’i alırım. Kenarda köşede kalmış küçük ayrıntılara düşkünlüğümün payı vardır bunda elbet. Yine de esas neden Dublinliler’in bir düş kırıklığı ansiklopedisi olmasıdır. Joyce bu kitapta, kırılan umutları, gerçekleşmemiş hayalleri, boşa geçmiş hayatları hikaye eder.
Bunlardan birini hiç unutmam. Belki de bana her zaman bir uyarı gibi göründüğü için.
“Üzücü Bir Olay” adlı hikayenin kahramanı James Duffy yalnız yaşayan bir adamdır. Hayatını en ince ayrıntısına kadar tanzim etmiştir. Düzensizliğe tahammülü yoktur. Beğenmediği şeyleri kıyasıya eleştiren ve kusurları kolay affetmeyen biridir. Belli ki dünyasındaki her şey tanımlıdır. Tanımlı olmayanları ise yaşamından çıkartmak konusunda tereddüt etmez.
Hikaye de bunun üzerinedir zaten. Duffy, bir gün konserde Bayan Sinico adında biriyle tanışır. Kadının zeki bakışlarından etkilenir. Bir kaç kez daha karşılaşınca, sessiz bir anlaşmaya uyar gibi her hafta görüşmeye başlarlar. Kadın evlidir ama belli ki mutsuzdur. Coşkulu bir arkadaşlıktır onlarınki, kitaplardan müzikten ve daha bir çok şeyden söz ederler. Heyecanlı bir konuşmanın ertesinde, bir gece Bayan Sinico adamın elini tutkuyla kavrayıp yanağına bastırınca buluşmaların sonu gelir. Duffy böyle bir hamleye hazırlıksızdır. Bir yakınlığın olasılığı onu irkiltir. Beceriksizce vedalaşır ve kadınla görüşmeyi derhal keser.
Bu olaydan dört yıl kadar sonra, her gün gittiği lokantada lahana ve sığır etinden oluşan yemeğini yerken (Joyce böyle ayrıntılara bayılır), gazetede bir ölüm haberi görür. Ölen bayan Bayan Sinico’dur. Bir akşam raylardan geçmeye çalışırken trenin altında kalmıştır. Kızı onun son zamanlarda geceleri içki satın almak için sokağa çıktığını söylüyordur. Annesini bu kötü alışkanlığından vazgeçirmeye çalışmış ama başaramamıştır.
Bu haberle sarsılan Duffy okuduklarına bir anlam verebilmek umuduyla yürümeye başlar. Evli bir kadınla gülünç bir ilişkiye mi girseydim, diye sorar kendi kendine.
Hayır, o her zamanki gibi doğru olanı yapmıştır. Fakat hayat bir garip görünmektedir şimdi. Eksik ve soğuk. Her zamankinden daha karanlık. Birden anlar ki, yarın ölse kimse onu hatırlamayacaktır. Kimse ismini sevgiyle anmayacaktır ardından: “Yaşantısının tavizsiz doğruluğunu gözden geçirdi; hayatın şöleninden kovulmuş biri olduğunu hissetti. Tek bir insan onu sever gibi olmuştu ve o da hayatı ve mutluluğu esirgemişti ondan.”
Joyce’un becerisi Duffy gibilerin lanetini bu kadar incelikli bir şekilde anlatabiliyor olmasındadır.
Bu insanlar iyi birer yurttaştırlar. Her sabah işyerine zamanında gider, arabalarını nizami park ederler. Komşularıyla iyi geçinir, sorumluluklarını yerine getirir, cenazelerde arka sıradaki yerlerini alırlar. Her zaman tedbirli, saygılı ve dikkatlidirler.
Her konuda bir fikirleri vardır. Kafaları karışmaz, bir kere bile tökezlemezler. Sorsanız, hiç hata yapmadıklarını söyleyeceklerdir.
Mesele de budur ya zaten. Onlar doğruları yaparken zaman geçmiş, hayatları da köhneyip sönüvermiştir.
Çoğu bunun farkına bile varmaz. Oldukları yerde çürüyüp giderler. Kullanılmadan eskiyen mobilyalarla dolu loş bir misafir odası gibi.
10 comments:
"Bu insanlar iyi birer yurttaştırlar. Her sabah işyerine zamanında gider, arabalarını nizami park ederler. Komşularıyla iyi geçinir, sorumluluklarını yerine getirir, cenazelerde arka sıradaki yerlerini alırlar. Her zaman tedbirli, saygılı ve dikkatlidirler.
Her konuda bir fikirleri vardır. Kafaları karışmaz, bir kere bile tökezlemezler. Sorsanız, hiç hata yapmadıklarını söyleyeceklerdir.
Mesele de budur ya zaten. Onlar doğruları yaparken zaman geçmiş, hayatları da köhneyip sönüvermiştir.
Çoğu bunun farkına bile varmaz. Oldukları yerde çürüyüp giderler. Kullanılmadan eskiyen mobilyalarla dolu loş bir misafir odası gibi."
Onların dünyasında yaşarken nasıl mutlu olunabilecek? Ya da onlar bu kadar "normal"miş iken. Güzel bir dizeyi boğazından çıkıverenle bir anda yırtıp atarken ya da yanıbaşında. Ve üstelik tüm bu yaşananlar, gözlerindeki sessiz acıyla kıvranan ceylanın nefesini kesmeye çalışan sivri dişli bir vahşinin filmi ise?
Çoğu farkına varmıyor olabilir, ama çürüyüp giden de onlar değildir belki de.
Yazınız çok güzeldi yine. Monolog yaptım, cevap vermek için değildi.
O tantanalı dillerin peşine takılan kalabalığın da toz duman indikten sonra yüreklerinde okudukları yazıdan en ufsk bir çentik atmıyor.
Vladimir, Joyce garip bir yerde duruyor aslında. Yazıda da söylediğim gibi. Gösterişi sever bir tarafı da vardır. Ama öyle acayip işleyen bir zihni var ki, onu bunu yapmaya hakkı var gibi geliyor bana.
Üstelik o kadar çok Duffyler yazmış birini affedebiliriz herhalde.
Ama haklısınız, genelde çatapatlı yazarları yine patlangaçlı okuyucularla eleştirmenlere bırakmak lazım.
Burada çok güzel bir yorum vardı. Utangaç bir yazarın elinden çıkmış olsa gerek ki, bir kaç saat içinde yok oldu.
Şu ana kadar aldığım en güzel iltifatlardan biri olduğu için, ben yine de teşekkür etmek istiyorum.
Endiseliperi idi galiba. Sagolun. Mektuplar devam eder umarim. Hikayeniz cok hosuma gitti.
Gonenc, size de ayrica tesekkur ederim, ilginiz icin.
demek okumuştunuz! çok teşekkür ederim. yorumu gece bırakmıştım. sabaha karşı, tuhaf bir dürtüyle, aniden uyanıp, bilgisayarı açıp, buraya gelip, yorumu silip, yeniden yattım. nerdeyse uykumun arasında yaptım bunu. sabahları kendime karşı daha eleştirel ve katı oluyorum.
sonra düşündüm neden böyle yaptığımı. çünkü ben bir denek gibi kendini inceleyen insanlardanım. kendimi size ne kadar hevesli ve heyecanlı ve de iyi bir okur olduğumu göstermek ister gibi bir hal vardı. sanki gösterişli bir hal. sizi gerçekten çok yakın buluyorum kendime ve çok, çok seviyorum kitaplarla kurduğunuz bağı. hayranım buna. ama çok takdir ettiğim siz de dahil dünyadan onay bekler bir hal içinde olmak konusunu çok düşünüyorum bu günlerde. insan sadece kendisi için, hiç onay beklentisi olmadan yaşayamaz mı, diye epey kafa yoruyorum. bunun sonunun beni, kendisine epey kuşkuyla baktığım tanrı ile başbaşa bırakacağını biliyorum. doğal olarak da aklımda hep flaubert'in ermiş antonius'u dolaşıyor bu günlerde. ama şeytanın oyunbazlığını seven de bir yapım varken... serüven ve erdem arasında sıkışmış olarak, arkadaşımın hem mr. duffy olmasını hem de hiç olmamasını istiyorum;) ve tüm bu aşırı ve karmaşık sorunları evimden hiç çıkmadan, yalnızlık içinde, büyük bir ciddiyetle kendimle tartışıyorum:)
'edebiyat dedektifi' meselesinde verdiğim örnekler konusunda ne düşündüğünüzü çok merak ediyorum aslında. yüzyıllık yalnızlık'ın nostromo'nun apayrı bir şekilde bir yeniden yazımı olduğunu arkadaşlarıma deli gibi kanıtlamak istiyorum. ama iki kalın kitabı peşpeşe ve bu uğurda okuyacak bir okur arkadaş bulamıyorum. hem okuyup, haklıymışsın dese ne olacak ki aslında. ama insan ermiş antonius gibi thebais çölünde yaşasa da yalnız olmak istemiyor. bir arkadaş istiyor yanında. hatta bu uğurda pazarlığa oturmak isteyeceği bir ruha sahip olduğunu şeytana ispatlamak filan bile istiyor;)
yine çok konuştum. hep yazın, lütfen. yazılarınızla, o bahsettiğim oyun nedeniyle kurduğum bağ dışında çok içten, çok derin bir bağ kurduğumu, çünkü kitaplar yanında insanı da çok iyi kavradığınızı ve sahip olduğunuz o bakışı çok kıymetli bulduğumu söylemek isterim.
çok, çok sevgiler.
İtiraf etmeliyim ki, "Meltem Gürle"nin bloğunu tesadüfen bulduğum(d)a çok sevindim. Sevinmemin iki ana sebebi vardı aslına bakılırsa. Biri kişisel, diğeri ise, yine kişisel evet. Yazılarını ne kadar yakın ve güzel bulduğumu üçüncü kez söylersem herhalde abartmış görünmem. Bu ilkiydi; diğeri ise harfi harfine şöye: "a!" dedim içimden. "Bu kadar güzel bir yazı... Ve yorum yok..." Bu kadar unsur bir araya gelince duramazdım elbette, hemen diğer yazılanları da okumaya başladım. Okudum da okudum. Hatta dün -iş yerimdeydim her günkü gibi- neredeyse tüm gün geçmiş yazılarınıza ayırdım vaktimi.
Asıl anlatmak istediğim mesele şu aslında. "Yorum yok" demiştim. Bu, size ilk yorumumu atarken garip bir sahiplik ya da aitlik hissettirmişti bende. Sanki elimde canlı bir kitap var ve inanılmaz güzel yazılarını kapandığım odamda yalnız başımıza oturup okumaktaydım. Fakat acı gerçek :) hemen arkasından geldi. Anladım ki yalnız değilim. Belki de yüzler, binler var... "Yalnız değilim?" diye bir duraksadım sonra. Yanlışlıkla başka bir kapıyı aralamıştım sanki. Cevap verdim: "E bu daha güzel aslında." "Ama Meltem gürle?" dedim, "Bir ide gibi herkesin oldu artık." Kızdım kendime ve büyük harflerle saçmaladığımı düşündüm o an. Saçmalamalı mıyım, yoksa mamalı mıyım? Bilmiyorum ama benzerleri bir araya getirebiliyorsunuz. Yani hayatı yanlış yerden izleyenleri... Bu da çok güzel aslında.
Böyle zamanlarda genellikle yaptığım gibi dönüp arkama bir baktım, bu güzel şeyleri acaba kime söylüyorlar diye.
Sağolun.
Yazmak arzum kırıldığında bu dediklerinizi hatırlayacağım.
Not1. Endiseliperi, Conrad ve Marquez akrabaligi ilgi cekici bir fikir. Ama daha fazlasini soyleyebilmek icin Nostromo'yu okumam lazim.
Not2. Gonenc, o kadar mühim biri değilim. Bir avuç okurum var. Galiba hepsini de tanıyorum. :)
Post a Comment