Monday, July 30, 2012

Elma

BirGün
29 Temmuz 2012


Belli bir yaşa kadar beni anneannemle dedem büyüttüğü için, hayatımdaki en önemli insanlar onlardı. Anneanneme bayılırdım. Hafif pudralı kokusu bile onu sevmem için yeterliydi. Ama dedemle ilişkimiz bambaşkaydı.

Onunla o kadar iyi vakit geçiriyordum ki, uzun zaman başka hiç kimseye ihtiyaç duymamıştım. Arkadaş edineyim diye uğraşan annemin önerisiyle beni yollamaya kalktıkları yuvada arıza çıkarınca, derhal okuldan alınmış ve Elçi Sokak’taki mutlu hayatımıza iade edilmiştim. O günü hatırlıyorum. Kırmızı şapkamla küçük bir asker gibi eve girdim. Evet, kapının ziline ancak yetişebiliyordum ama bir zafer kazandığımın da farkındaydım. Koşup dedeme sarıldım ve hemen Kuğulu Park’a gidip birlikte kayık yüzdürdük.

Dedemden ayrılmak düşünülemezdi. Gece yarısı beni uyandırıp, “Çabuk kalk! Büyük yağmur yağıyor. Camdan bakacağız,” diyen biri daha yoktu çünkü. Fakat onu bu kadar sevmemin esas nedeni her soruma cevap veriyor olmasıydı. “Neden?” diye başlayan ve herkesi bezdiren sorularımdan yılmayan tek kişi oydu. Sonraları, ben biraz daha büyüyünce, soruların hem türü, hem de dozu değişti. Ama dedemin bana yönelik sabrı ve dikkati hep aynı kaldı.

Okul yaşına geldiğimde, artık İzmir’e taşınmıştık. Bir mahalle okuluna gidiyordum. Hep çift dikiş gittikleri için bir türlü mezun olamayan iyice büyük kızlar vardı. Gizli gizli sigara içiyor, nöbetçi öğretmen bakmadığı zaman dışarıda parmaklıklara dayanmış bekleyen oğlanlara öpücük gönderiyorlardı. Büyük teneffüste onları inceliyordum. Bir köşeye gidip, “Kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir,” şarkısını söylüyor ve derin derin iç çekiyorlardı.

Bense uzaydan gelmiş gibiydim. Büyümek zaten yeterince zordu. Bir de rujlu kızlar, köşelerde bekleyen oğlanlar, zehir mehir derken iyice kafam karışmıştı.

O sene dedeme önemli bir soru sordum: Aşk nedir?

Dedem kalktı, kütüphaneden bir kitap çekti. Sonra o kitapta aradığı yeri buldu ve altı tükenmez kalemle çizilmiş bir bölümü okumaya başladı:

İnsanlar bir zamanlar çok güçlüymüş. Dört kolları, dört bacakları varmış. O kadar hızlı gidiyorlarmış ki, yeryüzünde hiç bir canlı onlarla başa çıkamıyormuş. Hatta bu kuvvetlerinden cesaret alıp göğe tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya bile yeltenmişler.

Tanrılar aralarında görüşmüş, konuşmuşlar ama ne yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek istemiyorlarmış, öte yandan da küstahlığın bu derecesine göz yumamayacaklarına karar vermişler. Sonunda, tanrılar tanrısı Zeus uzun uzun düşündükten sonra, "Galiba bir çare buldum," demiş, "insanlar hem yerlerinde kalsın, hem de kuvvetten düşüp hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem de sayıları artacağı için daha faydalı olacaklar."

“Bunun üzerine,  Zeus insanları tutup ikiye bölmüş,” diye okudu dedem, “tıpkı bir meyveyi ikiye böler gibi.” Sonrasını ezberden söyledi. Hikayenin burasını çok sevdiği belliydi: “İşte o zamandan beri, hepimiz kendi parçamızı arıyoruz. O parçayı gördüğümüzde hissettiğimiz şeye de aşk diyoruz.”

Dedem, sonradan Platon’un “Şölen”i olduğunu anlayacağım kitabını kapatıp yanına koydu, masaya uzanıp meyve tabağından bir elma aldı ve onu ortadan ikiye böldü. İki parçayı bana gösterdi, bir daha üstüne basa basa, “Bir bütünün yarısıyız,” dedi.

Ama ben öyle kolay kolay pes edecek gibi değildim. Ne de olsa, “kadehinde zehir olsa” kızları ile karşılaşmış ve hayat tecrübesini ilerletmiş biriydim artık. Birden, “Anneanneme aşık mısın?” deyiverdim. Bu yaşlı başlı adamın pili etekli kızlar gibi köşelerde şarkı söyleyecek hali yoktu ya! Ya anneannem, o da ruj sürüp öpücük göndermiş olabilir miydi? Yok, bu kadarı da fazlaydı artık.

“Hay Allah yahu!” dedi dedem. Zorda kaldığı zaman hep böyle söylerdi. Bembeyaz dişlerini göstererek uzun uzun güldü. Sonra da her zamanki iştahıyla, elinde kalan elmayı kütür kütür yiyip bitirdi.

Ertesi gün, elmanın diğer yarısını,  mutfakta, bir tabağın içinde gördüm. Kararıp buruşmuştu. Hiç kimsenin kayıp parçası olamazmış gibi görünüyordu.

Halbuki seneler sonra anneanneme baktığımda başka türlü düşünecektim. Dedem ölmüştü. Anneannemin pudralı kokusu dağılmaya yüz tutmuştu.

Onu pencereden dışarı bakarken hatırlıyorum. Oturduğu yerde solup küçülmüştü. Kaybolmuş ve üzgün görünüyordu. Tıpkı yarısı yenmiş ve sonra bir köşede unutulmuş bir elma gibi.

2 comments:

coraline said...

çok güzel yazmışsınız..

Meltem Gürle said...

Anneannemle dedemi özlüyorum. Bu da yazıya sinmiş herhalde.