21 Temmuz 2012
Bir öğrencimle Beşiktaş’ta
çay bahçesinde oturuyoruz. Yan masada tatlı bir kız var. Telaşla geldi oturdu.
Önünde defterler kitaplar. Bir çay söyledi ve ders notlarına benzeyen kitabını açıp
okumaya başladı.
Biraz sonra kız
sandalyesinde kaykıldığında, biz de şortunun cebinden aşağıya doğru kayan iki
lirayı gördük. Birbirinin üzerine güzelce yaslanmış yavaş yavaş ilerleyen iki
metal para. Kızcağız hafifçe kıpırdandı. Belki de üzerine diktiğimiz bakışları
hissettiği için. O öyle yapınca, paralar da cebin ucuna kadar geldi. Düştü
düşecek, öyle garip bir dengede durdular. İkimiz de elimizde olmadan nefesimizi
tuttuk.
Öğrencim bu gerilime
dayanamamış olacak ki, kızı dürtüp “Pardon bağyan, paralarınız düşecek,” demeyi
teklif etti. Bense bu iki lirayı kendi haline bırakmaktan yanaydım. İşin
heyecanı buradaydı. “Zaten dönüşü olmayan noktaya geldiler baksana,” dedim
bilmiş bilmiş “yere inmeleri an meselesi.”
Ben bunları
söylerken, hoş gülüşlü genç bir adam masaya yaklaştı. Kız da adamı gördüğüne
memnun olmuş olmalı ki, onunla selamlaşmak için fırlayıp ayağa kalktı. O
kalkınca, paralar da “hop” diye cebe geri girdiler.
Hayretle
birbirimize baktık. Olacak şey değildi. O iki liranın yere düşmesi gerekiyordu.
Ama düşmemişlerdi işte. Bunun üzerine sinirli sinirli gülmeye başladık. Fizik
yasalarının ihlal edilmesi her zaman insanın sinirini bozar. Oysa kız hiçbir
şeyin farkında değildi. Olanlardan tümüyle habersiz gülüp söylüyordu. Biz hala
şaşkın şaşkın bakıyorken, onlar sarılıp vedalaştılar. Ardından adam çıktı
gitti.
Az sonra bu anın
büyüsü dağıldı. Dünya normale döndü. Sanki paralar hiç yere doğru
meyletmemişler, biz heyecanlanmamışız, kızcağız birden ayağa fırlamamış, bütün
bunlar hiç yaşanmamış gibi oldu. Olan bitenin tek şahidi olan biz bile başka konulara
daldık gittik.
“İki paralar” adını
verip bir süre eğlendiğimiz bu hikayeyi eve dönerken yeniden hatırladım. Hayatta
ne çok şeyin biz fark etmeden kendiliğinden olup bittiğini düşündüm. Kimi
felaketler gerçekleşmeden dağılıp yok olduğu gibi, bazı güzellikler de biz
onları göremeden önümüzden geçip gidiyordu.
Senelerce yan sokakta
oturup hiç tanışmadan yaşadığımız insanlar. Bunların arasında tanısak belki çok
seveceğimiz bazıları. Okulda aynı sıraları paylaşıp hiç yüz vermediklerimiz.
Bir nedenle dikkatimizden kaçanlar. Belki de başka bir yöne baktığımız için
görmediklerimiz.
Biz onları
yakalayıp tutamadan yok olup giden olasılıklar. Hepsi küçücük detaylara gömülü.
Çoğu kaçırılmış olan. Binilmemiş bir otobüste, girilememiş bir derste,
gidilmemiş bir arkadaş toplantısında bizi uzun uzun beklemiş, sonra solup
gitmiş fırsatlar.
Ya da dibimize
kadar gelip bize dokunmadan geçmiş felaketler. Uzun sürmüş ama sonunda atlatılmış
bir hastalık. Biz geçtikten hemen sonra düşen bir tuğla, çatıdan sarkan bir buz
parçası ya da çürüyüp içi boşalmış bir ağaç dalı. Anlık kararlarda gizlenen
kurtuluşlar. “O sabah işe gitmedim”ler, “bunların olacağını nereden bilebilirdim”ler,
“aslında uçağı kaçırdığıma üzülmüştüm”ler...
Tesadüfler,
tesadüfler, tesadüfler...
Bunlar bana bir
Woody Allen filmini hatırlattı. Sevdiğim nadir filmlerinden biri. Match Point (Maç Sayısı) adlı bu filmin
açılış sahnesinde, bir tenis oyunu görürüz. Oyunun finalinde top nete çarpar ve
havalanır. Sahanın hangi tarafına düşeceğini kestirmek mümkün değildir.
Sonradan ana karakterin sesi olduğunu anlayacağımız bir dış ses bize şunları
söyler:
“İyi olacağıma şanslı olayım, diyen adam hayatın sırrını
çözmüştür. İnsanlar hayatın ne kadar büyük bir kısmının şans tarafından
belirlendiğini teslim etmekten çekinirler. Bu kadar çok şeyin kontrolümüzün
dışında olduğunu kabul etmek korkutucudur çünkü. Bir oyunda öyle anlar vardır ki,
top nete çarpar ve saniyenin onda biri kadar bir zamanda havada asılı kalır. Bu
anda ileri de geriye de düşebilir. Biraz şansınız varsa ileriye düşer ve
kazanırsınız. Ya da belki de düşmez ve kaybedersiniz.”
Anladım ki, “iki paralar” olayı da bu prensibe göre
işlemiştir. Hayat berbat, kayıplar kaçınılmaz, insanlar çoğu kez acımasızdır.
Ama bazen top sizden yana düşer ve kazanırsınız.
Hatta bazen öyle olur ki, siz dönüşü olmayan bir noktaya
geldiğinizi düşünseniz bile, hoş gülüşlü biri çıkıp gelebilir ve dünya ışıkla
dolabilir.
No comments:
Post a Comment