Monday, February 18, 2013

İmlâ

BirGün Pazar
17 Şubat 2013

İmlâ bilgim hiçbir zaman mükemmel olmamıştır. Noktalama işaretleriyle de aram iyi sayılmaz. Bugün bile elimden çıkan her türlü metni iyice bir düzeltmek gerekir. Bunu bilmek beni hep biraz tedirgin kılar. Yazdığım her satıra şüpheyle bakmama neden olur.

Geçen gün, Taksim-Beşiktaş dolmuşunda giderken, kafamda bu haftaki yazıya dair fikirleri evirip çeviriyordum. Ne yazarsam yazayım yine bir sürü imlâ  hatası yapacağım diye dertlenmeye başlamıştım ki, araba birden duruverdi. Stadın orada her zamanki gibi trafik sıkışmıştı.

Önce sıkıntı içinde sağa sola doğru baktım. Sonra şoförün telefonda konuştuğunu fark ettim. Çok hızlı konuşuyordu. Tatlı bir aksanı vardı. Bir arkadaşına otomobil vergilerine dair bir şeyler anlatıyordu: “Necati dedi olmaz dedi yarın yatırırsan dedi geç kalırsın dedi sen dedi parayı bankadan çek dedi senin kayınbiradere ver dedi o halleder dedi sonra dedi sen dedi bir hediye dedi bir iyilik dedi artık nasıl istersen dedi bunun karşılığını bir şekilde ödersin dedi.”

Dinledikçe hayretler içinde kaldım. Adam hiç sektirmemiş, bütün virgülleri doğru yere koymuştu. Ben her hafta hangi noktalama işaretini nereye koyacağım diye terler dökerken, adam bir an bile düşünmeden hepsini tek hamlede yerlerine yerleştirmişti. Bu şoför doğal bir yetenekti. Editörlük yapmayı düşünür müydü acaba?

Bunu soramadan Taksim’e geldik. Dolmuştan inerken bu hafta ne yazacağıma karar vermiştim.

Ortaokula başladığım sene, en çok sevdiğim ders Türkçe idi. Öğretmenimiz yaşını başını almış, asık suratlı, uzun boylu bir adamdı. Kendi deyimiyle, “prensip sahibi” biriydi. Azıcık da korkuyorduk ondan. Ne zaman parlayacağı belli olmuyordu çünkü. Fakat ben yine de onu dinlemeye bayılıyordum. Kalın güzel bir sesi vardı. Şiirleri yüksek sesle okuduğu zaman, vurguları doğru yerde yapıyor, hiçbir nüansı kaçırmıyor ve dili dolanmadan en zor sözcükleri bile birbiri ardına sıralayıveriyordu.

Okurken sıralar arasında dolaşır, kendi kendine konuşuyormuş gibi bazen mırıldanarak, bazen sesini yükselterek ileri geri yürüyüp dururdu. Elini cebine koyup kürsüye bir yaslanışı vardı ki, o bile başlı başına görülmeye değer bir sahneydi.

Zaten ortaokul daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Tiyatro gibi bir şeydi. Seyretmeye doyamıyordum. Tek bir endişem vardı. Sınavda ne yapacağımı bilmiyordum. Bizim de kalkıp şiirler falan mı okumamız gerekecekti acaba?

Sınav zamanı gelip de kağıtlar önümüze konduğunda sevinçle fark ettim ki, sorular korktuğum gibi değildi. En son soruyu görünce, gözlerime inanamadım: “Sevdiğiniz bir masalı yazın.” Ben masallara bayılıyordum. Hatta kendim de uyduruyordum bazen. Onlardan birini anlatmaya karar verdim. Fakat kompozisyon için ayrılan yere sığamadım bir türlü. Kağıt istemek için elimi kaldırdım ama öğretmen çıkmıştı. Ben de sayfada nereyi boş bulursam oraya yazdım. Masalı bitirmeden teslim edecek değildim ya! Hele sonunda büyük bir sürpriz varken.

Sınavın sona ermesine yakın, masalın tümünü yazmayı başarmıştım. Kağıdı kaldırıp şöyle bir baktım, üzerinde karalanmadık bir nokta kalmamıştı. Kendimden memnun bir şekilde dalgın dalgın etrafa bakındım bir süre. Sonra gözüm tavana yakın pencerelere ilişti. Koridora açılan bu camların neden bu kadar yükseğe konduğunu düşünüyordum ki, onlardan birinde bir surat belirdi. Tanıdık bir surat. Türkçe öğretmeni tepelere tırmanmış, kopya çeken var mı diye yukarıdan bize bakıyordu. Onu gördüğümü fark edince, kaşlarını iyice çattı ve parmağını dudağına götürüp “sus” işareti yaptı.

Normal koşullarda, korkudan olduğum yere sinip kalırdım herhalde. Ama teksir kağıdından yükselen ispirto kokusunun da etkisiyle olsa gerek, gülümsedim ona. Utanmasam el sallayacaktım. Aramızda bir bağ kurulduğunu düşünüyordum çünkü. Ben masalımı yazmıştım, o da okuyacaktı. Arkadaş sayılırdık.

Öğretmen o sınavı bir türlü okumadı. Beklerken hep birlikte kurdeşen olduk. En çok da ben. O kadar özenip uzun uzun masalımı yazmıştım. Sonuna da müthiş bir final koymuştum. Herhalde çok iyi bir not alacaktım. Hatta belki öğretmen beni tahtaya çağıracak ve elimi sıkarak tebrik edecekti. Ya da yazdıklarımı yüksek sesle okumamı isteyecekti. İşte o zaman ben de onun yaptığı gibi elimi cebime sokacak ve sıraların arasında dolaşarak yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara, her sözcüğün üzerinde durarak okuyacaktım masalımı. Heyecanlıydım. Hem de çok.

Nihayet sonuçlar açıklandığında, kağıdımı kapıp yerime koştum. Oturur oturmaz notumu gördüm. Öğretmen kompozisyon notu olarak “0” vermişti. Çünkü hiçbir imlâ  kuralına dikkat etmemiştim. Yer kaplayacağını düşündüğüm için, hiçbir noktalama işaretini kullanmamıştım. Halbuki, öğretmen masal sorusunu tam da o nedenle sormuştu: Yani imlâ  kurallarını ne kadar bildiğimizi görmek için. Bu durumda, benim kağıdım sınıftaki en kötü kağıttı. Sıfırı alıp oturmuştum.

Eve dönünce uzun uzun ağladım. O gece yatağımda yatarken, bir daha asla imlâ  öğrenmemeye karar verdim. Böylece Türkçe öğretmeninden intikamımı alacaktım. Masalımı okumamıştı bile. Halbuki bir kere okusaydı, ne kadar iyi bir masal olduğunu hemen görecekti. Bundan emindim.

Türkçe derslerini bir daha hiç sevemedim. İmlâ bilgim de acınacak derecede kötü kaldı. Sonradan ne kadar uğraştıysam da, çocukken doğru yazmayı öğrenmiş birinin rahatlığı ve özgüveniyle yazamadım.

Bu yazıları da aynı tereddütle yazıyorum. Bir gün foyam ortaya çıkacak diye korkarak. Bir sabah virgülü yanlış bir yere koyacağım ve bütün hikayeyi mahvedeceğim diye endişe ederek.

Oysa burada, sayfayı ne kadar karalarsam karalayayım herkes sonuna kadar okuyor. Kimse hemen sıfırı basmıyor.

Arkadaşız çünkü.

Not. Yazılarımı okuyup düzelten BirGün editörlerine ve son altı aydır bu işi gönüllü olarak yapan Nurcan Başer’e ayrıca teşekkür ederim.

2 comments:

Nazlı Karadeniz said...

olur da yazılarınızı düzeltecek başka bir gönüllüye ihtiyacınız olursa, dünden razı olduğumu bilmenizi isterim. sevgiler...

Meltem Gürle said...

Teşekkür ederim, Nazlı. Aklımda tutacağım.