Tuesday, February 05, 2013

Yoldan Çıkanlar

3 Şubat 2013
BirGün Pazar

Çocukken en çok duyduğum sözleri sıraya koysak, “Kenardan git, evladım” uyarısı açık arayla birinciliği alırdı. Bunu diyen anneannemse eğer, doğası itibarıyla endişeli biri olduğu için, işi şansa bırakmak istemez, “Sakın yoldan ayrılma,” diye eklerdi pencereden seslenirken.

İzmir’de her şeyin bir kenarı suya baktığı için, bazen “Kıyıdan kıyıdan git” dedikleri de olurdu. Ben de genellikle laf dinler, eski bir balıkçı teknesi gibi dura kalka giderdim. Arada bir durmak kaçınılmazdı. Yolda her zaman görülecek bir şeyler olurdu çünkü. Renkli bir cam parçası, bir kaymak taş ya da gazoz kapağı.

Şimdi düşünüyorum da bu laf çocukluğumun özeti sayılır aslında. Yoldan ayrılmak bizimkilere göre en tehlikeli şeydi. Benim içinse, esas olan yolun ötesiydi. Orada dünya vardı çünkü. Bayramyeri’nde lohusa şekerlerini üst üste dizip kule yapmış tatlıcılar, bin bir çeşit oyuncak satan kırtasiyeciler, vitrinde rengarenk kurdeleleriyle tuhafiyeciler, ustalarını memnun etmek için oradan oraya koşan çıraklar, boncuklu perdesi davetkâr sesler çıkaran kasap dükkanının önünde yalanarak güneşlenen kediler... Hepsi oradaydı. Yoldan çıkmak işten bile değildi.

Yine de İzmir’deki hayatım üç aşağı beş yukarı hep aynı yolun üzerinde gidip gelerek geçti. Bir iki kez kıyıdan değil de açıktan almışımdır körfezi, ya da benden beklenmeyen yerlere gitmişimdir belki, ama genel olarak olaysız bir ilk gençlik geçirdiğim söylenebilir. Mutedil dalgalı ve hafif rüzgarlı.

Esas yoldan çıkışım Boğaziçi’ne girdiğim seneye rast gelir. Yeni bir şehir, yeni okul, yeni insanlar. Hepsinin üzerine bir de baş döndürücü bir özgürlük hissi. Daha önce de yazmıştım, üniversitedeki ilk senem zordu. Büyük bir kısmını, hayatımın yeni sınırlarını tanımaya çalışarak harcadım. Her gün başka bir otobüse binip şehrin daha önce görmediğim bir köşesine gidiyordum. Sonra aynı otobüsle okula geri dönüyordum. O zamana kadar bütün hayatını aynı sokakta geçirmiş biri için çok hareketli bir seneydi.

Duygusal olarak da bir yolculuktaydım aslında. Her şey çok hızlı olup bitiyordu. Geceleri gözüme uyku girmiyordu. Gündüz olan bitene anlam vermeye çalışıyordum çünkü. O vakte kadar bana öğretilenler değerliydi ama her zaman işe yaramıyordu. Artık tek başına kalmıştım. Kendi yolumu bulmam gerektiğini hissediyordum.

 
Bütün bunlar için uzun uzun kafa yormak gerekti. Bu kadar çok düşününce, dersler falan güme gitti tabii. Bir de sevgilim oldu sonra. Kanımca yoldan çıkmış biriydi. Uzun uzun çimenlerde oturduk. Kitaplardan, filmlerden, ondan bundan söz ettik. Sonra o bana bir şiir okudu. “Laleli’den dünyaya doğru giden tramvaydayız,” dedi. Baktım, gözlerinde renkli hareler yanıp sönüyordu. Derken ben de yoldan çıkmış oldum. Bir daha da kıyıdan gitmek mümkün olmadı.

Şimdilerde ise yolda kalmanın ancak kendi yolunu çizemeyenlerin meselesi olduğunu düşünüyorum. Başka yolları düşleyemeyenlerin, o yollardan ürkenlerin lafları geliyor aklıma. Onların hep birlikte ana caddenin tekdüze ışıkları altında yürüdüğünü görür gibi oluyorum. Öyle büyük bir cadde bile değil bu. Bir taşra kasabasının biricik caddesi belki. Resmi bayramlarda devlet törenlerinin yapıldığı, sair zamanlarda ortalığı sadece erkeklerden oluşan bir kalabalığın doldurduğu, asık suratlı belediye binasının kaymakamlıktan birkaç durak ötede olduğu bir cadde.

Bırakalım onlar kendi yollarında yürüsünler, diyeceksiniz. Ama bu işler böyle olmuyor anlaşılan. İşte bize de parmak sallıyorlar şimdi. Yoldan çıkmış olanlara. Belli ki hepimizi aynı “mecburiyet caddesine” çağırıyorlar. Kadınlar dükkanların önünden başlarını eğerek koşar adımlarla geçsin. Erkekler tespihini şaklatıp bıyık bursun onlara. Gençler kızlı erkekli oturmasın, kimse yoldan çıkmasın. Ama yine de çıkan olursa, babaları on sekiz kurşunla öldürsün onları, kardeşleri aynı caddenin üzerinde sırtlarından bıçaklasın.

Bizi şimdi bununla sınıyorlar. Kitaplarımızı yasaklıyorlar, hayatımıza burun kıvırıyorlar, gidişatımızı hiç mi hiç beğenmiyorlar.

Peki, ne yapacağız? Bütün zamanımızı onlara yeni itirazlar, yeni cevaplar hazırlayarak mı geçireceğiz? Hayatımız hep onların belirlediği eksende ilerleyen ve çoğu gereksiz olan bu tartışmaları yürüterek mi geçecek? Ömrümüz uzun bir muhalefetten, neticesiz bir döngüden mi ibaret olacak?

Böyle zamanlarda, aklıma Ursula Le Guin’in “Karanlığın Sol Eli” adlı romanında muhalefet etmenin doğasına dair söyledikleri geliyor. Romanda siyasi bir krizin yarattığı kısır döngüye nasıl çözüm bulacaklarını tartışırlarken, karakterlerden biri “Çemberden nasıl çıkılır?” diye sorar. Cevap çok basittir: Bir şeye karşı koymak onu sürdürmektir. Asıl yapılması gereken bambaşka bir yol bulmaktır.

‘Bütün yollar Mişnori’ye çıkar,’ diye bir söz var burada. Elbette Mişnori’ye arkanızı dönüp uzaklaşsanız da hala Mişnori yolundasınızdır. Bayağılığa muhalefet de ister istemez bayağılık olur. Başka bir yere gitmelisiniz, başka bir amacınız olmalı, o zaman başka bir yolda yürürsünüz.

Ne kadar doğru! Mademki ana caddeden ayrılmışız, önce kendi önümüzü görmeye çalışmalıyız. Bizim yolumuz engebeli ve zorlu bir yol çünkü. Ana caddede yürümeye benzemez. Tehlikeli dönemeçlerle dolu. Ezbere gidilen bir rota değil, her adımda dikkat edilmesi gereken bir yol bu. Bu yolun haritasını biz çizeceğiz, taşını toprağını biz işaretleyeceğiz, tabelalarını biz koyacağız. Boşa harcayacak zamanımız yok.

Muhalefet etmek isterken iktidarın yolundan gidenler olacaktır. Tam ters istikamete doğru yürüyor gibi görünseler bile. Biz onların peşine takılmayalım. Orası zaten yeterince kalabalık. Hem biz yürüyüp gideli çok oldu. Ana yolları terk edeli, kendi yolumuzu seçeli çok oldu.

Boşuna beklemeyin, bir daha geri dönmeyeceğiz. Biz yoldan çıkanlar.

1 comment:

algodón edebiyat said...

Yoldan çıkmanın şerefine!

Ellerinize sağlık, yazılarınızı severek takip ediyorum.