Monday, February 25, 2013

Aşk, barış ve birtakım başka şeyler...

BirGün Pazar
24 Şubat 2013

Sevilen bir televizyon yarışması var. Eşler birlikte yarışıyorlar. Herkes birbirine ha bire “Hadi aşkım, yaparsın aşkım,” deyip duruyor. Sonra oturup acı biber falan yiyorlar. Hayli sinir bozucu bir durum. Bir arkadaşım anlattı, bu laf yarışmanın alâmetifarikası olmuş artık. Hatta bir keresinde sunucu yarışmacılara bir oyunu nasıl oynayacaklarını gösterirken, seyirci hep bir ağızdan tempo tutmuş, “Aşkım! Aşkım!” diye.

Halkımız böyledir. Fırsatı ele geçirince hiç acımaz, ortalığı karnavala çevirir.

Ne var, diyeceksiniz, üç beş kişi birbirine “Aşkım” dese dünya mı yıkılır? Yıkılmaz elbette. Ama, kabul edelim, çok rabıtalı da durmaz. Öyle bir aşamadayız ki, artık manavdan ceza avukatına kadar herkes birbirine böyle hitap ediyor: “O elmalar yaramaz, sen alma aşkım!” ya da “Bize yirmi sene verdiler! Ama üzülme aşkım, temyize götüreceğiz.” Abarttığımı düşünebilirsiniz tabii. Ama bence bu noktaya sandığınızdan çok daha yakınız. Geçenlerde, bir kasiyer kız paramın üstünü arkamdan yetiştirirken aynen şöyle dedi bana: “Bunu unuttun aşkım ya!” Kendimi dükkandan nasıl dışarı atacağımı bilemedim.

Hiç gülmeyin. Bir gün size de çıkabilir.

Hâlâ endişemin yersiz olduğunu düşünenler varsa, şöyle izah edeyim: Aslında sıkıntım sözcüklerle namuslu bir ilişki kurma arzusundan kaynaklanıyor. Bir gün gerçekten bu lafa ihtiyaç duyacağımız durumlar oluşabilir diye düşünüyorum. İşte o zaman ne yapacağız? Sırılsıklam aşık olanlar ne diyecek mesela? Bir şeyi kemiklerine kadar hissetmeden söyleyemeyenler? Ya da hissetse de söyleyemeyenler? Hayatında yalnızca bir kere “aşkım” diyebilecek insanlar tanıyorum. Peki ya onlar ne olacak? 

Bunları düşünürken, Umberto Eco’nun postmodern edebiyat kuramını anlatırken kullandığı bir örneği hatırladım. Şöyle bir durumu hayal etmemizi ister bizden: Adamın biri eğitimli bir kadına aşık olmuştur ama ona “Seni deliler gibi seviyorum” diyemez, çünkü Barbara Cartland bunu daha evvel kullanmıştır. Pembe sabahlıkların, tüylü terliklerin ve krepelenmiş sandra saçların kraliçesi, en şömineli sahnelerde en yavan karakterlere aynen bu lafı söyletmiştir. Onun için bu ifade bayatlamış ve anlamını yitirmiştir. Adam kadının bunu bildiğini bilir. Kadın da adamın kendisinin bunu bildiğini bildiği için harekete geçemeyeceğini bilir. Böylece umutsuz bir durumun içine sıkışıp kalırlar. Ancak yine de bir çözüm olasılığı vardır, der Eco. Adam kadına dönüp şunu söyleyebilir: “Barbara Cartland’ın da diyeceği gibi, seni delice seviyorum.”

İtalyan kuramcı bu örnekle bize şunu anlatmaya çalışır: Sözcüklerin masumiyetini korumak mümkün olmadığına göre, onları ne olduklarını açıkça göstererek, yani kirlenmiş ve perişan hallerinin altını çizerek kullanmaktan başka bir çaremiz yoktur. Aksi takdirde, biz de aynı sığlığın bir parçası haline gelebiliriz.

Adam aşkını bu şekilde ifade ettiğinde, “hem masummuş gibi yapma sahteliğinden kaçınmış, hem artık öyle bir masumiyetin olanaksız olduğuna işaret etmiş, hem de kadına onu sevdiğini söylemeyi başarmıştır.” Evet, adam bu sevgiyi masumiyetin kaybolduğu bir çağda söylemektedir. Ama Eco’ya göre, bu ifadenin samimiyetinden şüphe etmememiz gerekir. Kaldı ki, kadın bu ilan-ı aşkı kabul ederse, mesaj her şeye rağmen yerini bulmuş olacaktır.

Aşk gibi barış da içi boşaltılmış sözcüklerden biri. Barış getirmek iddiasıyla yapılan işleri düşününce aklınıza üniformalı ve eli silahlı adamların gelmesi tesadüf olabilir mi? ABD’nin Irak’ı “barış ve demokrasiyi sağlamak üzere” işgal ettiğini, BM Barış Gücü operasyonlarının herhangi birini (benim aklıma hep Somali’de ateş açılan okul geliyor), ya da ülkemizde barış adına yapılanları hatırlamak bile, bu sözcüğün ne kadar yıpranmış olduğunun kanıtı olarak alınabilir.

Peki ya savaşların birinci dereceden mağdurları ne olacak? Onların barış isteme hakkını nasıl koruyacağız? Çatışmaların acılarını çekenler, yerlerinden yurtlarından olanlar, kardeşlerini çocuklarını bu yolda kaybedenler, herkesten önce barış sözcüğünü ağızlarına alma hakkına sahip değil midir? Ülkeyi dolaşıp dertlerini anlatmaya, acılarını paylaşmaya, kanın durmasını istemeye hakları yok mu?

Öyle olmuyor anlaşılan. Karadeniz’de olanlarla da gayet güzel gördük ki, barış istemenin bedeli bu memlekette çok ağırdır. Bu hafta, aralarında BDP’li milletvekillerinin de bulunduğu Halkların Demokratik Kongresi heyeti, Sinop'ta saldırıya uğradı. Heyet, yaklaşık 9 saatin ardından, polis panzerleri eşliğinde mahsur kaldıkları binadan çıkarıldı.

Bu korkutucu süreci hepimiz nefeslerimizi tutarak izledik.

HDK heyeti, Karadeniz ziyaretlerine barış sürecine destek aramak amacıyla çıkmıştı. Ama seslerini duyurmakta zorlandılar. Onun yerine daha fazla şiddet isteyen öfkeli bir grupla karşılaştılar.

Peki, barış isteyenler hangi dili kullanacak? Barışı nasıl talep edecekler? Bu sözcük, bu kadar bol keseden kullanılmışken, onu yeniden anlamlı kılmak mümkün mü? Bu kadar yanlış yerlerde, yanlış insanlar tarafından, üstelik hiç de hissedilmeden söylenmişken, onu bir kez daha kendimizin yapabilir miyiz?

Bu yazıyı Umberto Eco’nun kulaklarını çınlatarak bitirmek en iyisi.

Gönlüm her zaman şiddetsiz bir dünyadan yana olmuştur. Düşmanlıkların ve uzlaşmaz ayrılıkların bize fayda sağlayacağına inanmıyorum. Onun için barış istiyorum. Türkiye’de huzur içinde dostça yaşayalım istiyorum.

Tıpkı devlet büyüklerimizin ve siyasetçilerimizin dediği gibi.



No comments: