31 Mart 2013
Şu aralar hep bir noktadan diğerine
doğru hareket eder durumdayım. Bu dönem o kadar çok işim var ki, herhangi bir
konuda sakin sakin oturup düşünecek zamanım olmuyor. Fakat neyse ki öğrenciler
var. Onlar sayesinde her zaman zihnimi meşgul edecek bir şeyler çıkıyor.
Geçen gün yine derse doğru koşarken,
iki öğrencinin arkamda konuştuğunu duydum.
Biri ötekine dedi ki: “İnsan düşünen
varlık değildir, oğlum. Bu laf hep yanlış anlaşılıyor. Aslında insan
düşünebilen varlıktır. Ama düşünür mü düşünmez mi, bu onun bileceği iş tabii.”
Bunun üzerine durup gülmeye başladım.
Dönüp baktığımda çoktan bir köşeyi dönüp gözden kaybolmuşlardı. Yoksa bu genç
filozofu da derse götürecektim. Çünkü benim sınıfın ihtiyacı olan tam da buydu.
Her sene, dünyayı yalnızca akıl üzerinden
kavrayan bir felsefi gelenekle aylarca uğraştıktan sonra, sonunda sıra
varoluşçulara geliyor ve öğrencilerle birlikte bambaşka bir dünyaya
ışınlanıyoruz. İşte bu geçiş kısmı bayağı sancılı oluyor. O vakte kadar, düşünüyorum
öyleyse varım, gökyüzündeki yıldızlarla içimdeki ahlaki kanunu bilsem bana
yeter, yok efendim dünyaya akıl gözüyle bakarsam, dünya da bana akıl gözüyle
bakar falan diye oyalanmışken, birden gündelik hayatımızın içindeki kararların
ve seçimlerin yarattığı endişe ile yüz yüze buluyoruz kendimizi. Anlıyoruz ki,
bütün o öğrendiklerimizin “şimdi” “burada” ve “ben” diye özetlenebilecek
halimize pek bir faydası yok. Bu halle karşılaştırıldığında hepsi soyut
genellemeler olarak kalıyorlar.
İşte o zaman, insanın aslında düşünen
bir varlık olmanın da ötesinde “seçen bir varlık” olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Düşünmenin bile bu seçimin bir parçası olduğunu anladıkları zaman, öğrenciler
bir dünya algısından bir diğerine geçmiş, varoluş meselesinin temelinde yatan o
baş döndürücü özgürlük fikriyle yüz yüze gelmiş oluyorlar.
Mesele bundan ibaret değil elbette. Ama
bir dünya algısından bir diğerine sıçramayı sağlayacak anahtar bu. Aklın
hayatın içindeki halimizi açıklamaya yetmediği meselesi yani. Bunu anlamak için
çok uzağa gitmeye gerek yok. İstanbul trafiğinde bir saat geçirmeniz yeter.
Sizce direksiyonun arkasında duran o kadar insan, bu kadar hatalı davranışı
doğrusunun ne olduğunu bilmedikleri için mi yapıyor? Hiç sanmam. Bile bile kuralları
ihlal edenlerin çoğunlukta olduğunu bile söyleyebiliriz. Hatta bu o kadar
yaygın bir davranış ki, durumu önce ilan edip sonra arabasını ters istikamete
sokan taksi şoförleri dernekleşseler yeridir.
O zaman, insanları böyle davranmaya
sevkeden şey nedir? Hatalı sollama yapanları, çok iyi bildikleri bu kuralı
ihlal etmeye iten nedir mesela? Üstelik canları pahasına. Aptallık deyip
geçebilirsiniz elbette. Haklı da olursunuz. Ama bence bundan fazlasıdır.
Sorsanız size farklı bir şey anlatacaklardır çünkü. Bir çoğu bu kuralın
başkaları için konduğunu, ama kendisini bağlamadığını söyleyecektir. Çünkü
başkaları körce itaat ederken, o özgür iradesini kullanıp o özel koşul için
karar vermektedir. Seçme hakkını kullanarak kendisini genel ahlâktan (ya da bir
kurallar bütününden) ayırmaktadır. Böylece farklılığının altını çizmekte ve
anonim olmaktan kurtulmaktadır. O özel koşul için doğru bulduğu manevra hakkını
kullanarak, kendine bir ayrıcalık atfetmektedir.
Bunu çok yanlış bir mecrada
yapmaktadır. Orası ayrı. Fakat direksiyonun arkasında duran kişiyle bunu o anda
tartışmak istemeyebilirsiniz.
Öyleyse, insanoğlunun “arada bir
düşünen varlık” olduğunu söyleyen şu muzip çocuğun sesine kulak vermemiz
gerekiyor. Evet, şakayla söylenmiş bir şey, komik de gerçekten. Ancak daha da
önemlisi, doğru bir tespit bu. Düşünebiliyor olmamız doğru olanı seçeceğimiz
anlamına gelmiyor. Seçebiliriz elbette. Ama genellikle bunun tersi oluyor.
Halbuki geleneksel Batı felsefesi, Plato’dan
bu yana doğru ile yanlışı ayırt edecek akla sahip olduğumuz sürece, ahlâki
olanı yapacağımızı varsayıyor. Öyle ya! Akla uygun olmayanı neden seçelim ki?
Ne var ki, seçim dediğimiz şey de tam
burada yatıyor. Akla uygun olmayanı seçebilecek olmamızda yani. Yoksa gerçek
bir seçimden söz etmemiz mümkün olmayacak çünkü. Her zaman akılcı davranan, her
zaman doğru olanı yapan birinin, özgür iradesinden söz edebilir miyiz? Gerçekten
bir seçim yaptığını söyleyebilir miyiz? Olsa olsa öngörülebilir bir hayat
yaşadığını söyleyebiliriz. Her köşesi ve anı tahmin edilebilir bir hayat.
Oysa, herhangi bir insan için bunu
söylemek bile mümkün değildir. Çünkü tanıdığınız insanlar arasından en sistemli,
akılcı, metodik olanlar bile bir gün tamamen akıldışı bir şey yapacaktır. Elbette
insanların en nihayetinde aptal olduklarını da varsayabiliriz. Ama bir an için
böyle olmadıklarını düşünelim. Bir an için herkesin, özgür iradesi olan biri
olduğunu kendine ispat etme arzusu içinde olacağını hayal edelim. O zaman, birer
mekanik oyuncak gibi görünen bu kişilerin bile, bir gün tamamen saçma bir şey
yaparak bizi şaşırtacaklarından emin olabiliriz.
Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”da
söylediği gibi, insanın en önemli işi budur: “Çılgınca
hayallerini, en beter aptallıklarını bırakmak istemez; çünkü bir piyano tuşu
değil de insan olduğunu ispat etmek derdindedir.” Dostoyevski bununla, bizi
belirleyen en temel meselenin akıldışı olanı seçebilecek olmamız olduğunu
söyler. Yani kendini başta doğa kanunları olmak üzere
bütün kurallardan (ve bu kurallara itaat eden kalabalıklardan) ayırmak arzusu,
insan olmanın belirleyici koşuludur ona göre.
Düşünen varlık fena bir tanım değil
elbette. Ama bence insan olmanın ne olduğunu gerçekten anlamak istiyorsak meseleye
bir de bu taraftan bakmalıyız.
Kim bilir belki o
zaman İstanbul trafiğini bile anlayabiliriz.
2 comments:
'pekala bilirsiniz ki hayat sonu gelmeyen mantıksızlıklarla doludur, bu mantıksızlıklar -yüzsüzlüğe bakın- doğru gibi görünmeye bile muhtaç değildirler, çünkü gerçektirler.''
l.pirandello(altı şahıs yazarını arıyor)
Post a Comment