Wednesday, April 17, 2013

İtaat

BirGün Pazar
14 Nisan 2013


Dün bir arkadaşımla oturuyorduk. Giderayak bir çocukluk hikayesi anlattı.  Bir seferinde yemek yerken üstünü başını iyice berbat etmiş. Galiba yağlı bir şeymiş yediği. Belki de çikolatalı pasta falan gibi şekerli bir şey. Sonuçta kollarına kadar yağa ya da şekere bulanmış halde bir komşu teyze tarafından yakalanmış. 
Teyze belli ki otoriter biriymiş. Benim arkadaşı bir köşeye dikmiş. Ellerini havaya kaldırmasını ve kendisi dönene kadar yerinden kıpırdamamasını söylemiş. Sonra gözlerine bakarak “Söz mü?” demiş ona. O da çaresiz kafasını sallamış.
Kadın çıkınca, bizimki elleri havada öylece kalakalmış. Oyalanmak için sağa sola bakınmış. Bir iki ayak değiştirmiş. Ama zaman geçmek bilmemiş. Teyze bir türlü geri dönmemiş. Belki birileriyle konuşmaya dalmış. Ya da başka bir işe girişmiş. O kadarını bilemiyoruz. Sonuçta mutfaktaki çocuğu unutup ortadan kaybolmuş.  
Arkadaşım bunu anlatırken, hâlâ o anın korkunçluğunu yaşar gibiydi. “Dışarıdan diğer çocukların sesleri geliyordu. Onlara katılmak için can atıyordum. Ama söz vermiştim. Yapacak bir şey yoktu. O kadar uzun süre bekledim ki, sonunda kollarım ağrımaya başladı. Ellerimi birazcık oynatırsam, ne olur diye düşünmeye başladım. Dünya yıkılır mıydı acaba?” 
Bunları dinlerken içim ezildi. İnsanı bir çocuğun çaresizliği kadar üzen başka hiçbir şey yoktur.
Arkadaşımın söylemek istediği bu değildi gerçi. Bu anıyı aslında kurallara riayet eden biri olduğunu söylemek için anlatıyordu. Oysa bence hikayenin ana fikri bu değildi. Bana kalırsa esas mesele, yukarıdaki soruyu sormuş olmasıydı. Yani hikayedeki çocuk aslında otoriteyi sorgulamaya başlamış biriydi. Bu hikayeyi itaat ederek ve bekleyerek bitirmiş olabilirdi. Fakat bir dahaki sefere köşede sessizce beklediğini hiç sanmıyorum.Yoksa şimdi tanıdığım insan haline gelemezdi. Çünkü arkadaşım, kurallara ne kadar saygı duysa da, haksızlık ya da kaba kuvvet karşısında sinecek biri değildi.
Birer birey olarak otorite ile kurduğumuz ilişkide temel kaide de budur bence. Bir toplum olarak hayatımızı sürdürebilmek için kurallara uymak gerekiyor olabilir. Ancak, her zaman aklımızda tutmamız gereken şey şudur ki, bir gün bütün o kuralları yeniden yazmak ihtiyacı doğabilir. Onun için demokratik bütün sistemler (ve de vicdanlı komşu teyzeler), bireylerden koşulsuz bir itaat beklemek yerine, onların içinde yaşayacakları dünya üzerinde söz hakkına sahip oldukları bir modeli tercih etmelidir. Kurallara uymak ile kayıtsız şartsız itaat ediyor olmak arasındaki fark da budur zaten. 
Bunlara dair kafa yorarken, arkadaşımla yaptığımız konuşmanın Emek Sineması eyleminin hemen ertesine rast gelmesinin garip bir tesadüf olduğunu fark ettim. 
Sinemanın hikayesi malum. Fakat hala duymamış birileri kaldıysa kısaca yeniden anlatalım. Emek Sineması’nın 2009 yılında kapatılmasından ve yıkımını içeren projenin kamuoyu ile paylaşılmasından bu yana bir dizi protesto eylemi yapıldı. Hepsi barışçıl birer gösteri olan bütün bu eylemlerde, sinemanın bir kültür mirası olduğu dile getirildi ve olduğu gibi korunması talep edildi. Buna cevap olarak iddia edilen ise şuydu: Emek Sineması yıkılmayacak, var olan haliyle yeni yapılacak alışveriş merkezinin üst katına ‘aynen’ taşınacaktı. 


Ancak, iki hafta önce sinemanın içine giren tanıkların çektiği fotoğraf ve videolarla sinemanın yıkılmaya başlandığı kayıt altına alındı. Bunun üzerine, bir grup sinemasever geçtiğimiz Pazar günü yeni bir yürüyüş düzenledi ve  İstanbul’un en eski ve görkemli salonu olan Emek Sineması’nın mevcut haliyle restore edilerek korunması gerektiğini barışçı yöntemlerle dile getirmek istedi. 
Sonrasını biliyorsunuz: Televizyonlara yansıyan görüntülerden de anlaşılacağı gibi, aralarında yerli yabancı sinemacıların da bulunduğu bu grup, polisin biber gazı ve tazyikli su içeren müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. Dört kişi gözaltına alındı. Şehrin en kalabalık yeri olan İstiklal Caddesi birden savaş yerine döndü. Sinemalarını korumak üzere sokağa çıkan ve barışçı bir şekilde gösteri yapan yüzlerce insan, şehrin göbeğinde en akıl almaz biçimde polis şiddetine maruz kaldı.
Bu durumda şunu sormak gerekmez mi? Emek’i savunanlar hangi kuralı ihlal etmişlerdir de böyle bir muameleye maruz kalmışlardır? Yaptıkları, şehrin en önemli sinemalarından biri olan bir binanın yıkılmasını engellemeye çalışmaktır. En temel demokratik haklarını, yani “Hayır” deme seçeneğini, kullanmaktadırlar.
Fakat polis marifetiyle susturulduklarına bakılırsa, onlardan beklenen bu değildir. Peki o zaman, istenen nedir? Kamuoyunu “tamirat” hikayeleri ile oyalayan ve sonra sinemayı iş makinaları ile dümdüz eden bu zihniyetin karşısında ne yapmak gerekir? Bir köşede sessizce durup olan biteni izlemek mi?
Anlaşılan, birileri bizi şehrin bir köşesinde tek ayak üzerinde tutmak konusunda kararlıdır. Onlara cevabımız şudur:
Aslında bir kamu mülkü olan ve isminin de ima ettiği gibi bir “emekçi” sineması olarak belleklerimizde yer etmiş bu mekanın, kamunun fikri sorulmadan yıkılması kabul edilebilir bir şey değildir.
Emek yıkılırken, bir köşede ellerimizi kaldırıp “hiçbir şeye dokunmadan” duracağımızı düşünenlere, o yaşı çoktan geride bıraktığımızı hatırlatmanın zamanıdır. 

Not: “Emek Bizim” grubu,  14 Nisan Pazar günü saat 16.00’da, İstanbul Film Festivali’nin kapanış programının Emek Sineması önünde yapılacağını duyurdu. Bu Pazar orada görüşmek umuduyla.

1 comment:

Omar Özenir said...

Son olayları adeta öngören harika bir yazı. Saygılarımla.