Tuesday, July 16, 2013

Doğu bir kariyerdir...

BirGün Pazar
7 Temmuz 2013


İngiliz siyasetçi ve yazar Benjamin Disraeli, 1847 tarihli romanı Tancred’de, aynı adlı kahramanını Doğu’ya gönderir. Genç Lord Montecute (yani Tancred), Londra’daki sıkıcı çevresini geride bırakacak, bir zamanlar atalarının gittiği yoldan geçerek kutsal topraklara ulaşacak ve Asya’nın sırrına vâkıf olacaktır. En azından yazarının ondan beklentisi budur.

Romanın bir yerinde, genç lordun Kudüs’e gideceğinden söz edilirken konuşmaya dalan biri, onun bir gün mutlaka geri döneceğini ima eder. Öyle ya, üst sınıftan gelen bir İngiliz ilelebet Doğu’da yaşayacak değildir herhalde. Bunun üzerine, Disraeli görmüş geçirmiş bir başka karaktere şunu söyletir: “O kadarını bilemem. Napolyon bile Akdeniz’i bir kere daha geçtiğine pişman oldu. Doğu bir kariyerdir.”

Birçokları gibi ben de, Disraeli’nin bu lafı ile ilk kez Edward Said’in Oryantalizm kitabının girişinde karşılaştım. Said, kitabının başında alıntıladığı bu sahneye metnin içinde bir yerlerde geri döner ve bunu Disraeli’nin kariyeriyle de ilişkilendirerek yeniden okur. Ona göre Disraeli elbette oryantalisttir. Her şey bir yana, bir siyasetçi ve yazar olarak Doğu’yla kurduğu ilişki üzerinden kendine bir meslek icat etmiştir. Fakat Said’in söylediği tek şey bu değildir. Ona göre, bu sürecin sonucunda Disraeli de dönüşmüştür aslında. Doğu’yu kendi memleketi saymaya başlamış, hatta onun üzerinde hak iddia eder hale gelmiştir.

Gezi Direnişi başladığından beri etrafımdaki Batılıların Türkiye’de olanları analiz etmek konusundaki hevesini de biraz buna bağlıyorum. Başından beri bu konuda yazılanları okuyor, konuşulanlara kulak veriyorum. Gariptir, Türkiye’de bir dönem yaşamış ya da meslekleri dolayısıyla ülkeye dair bilgisi olan bu kişilerin hemen hepsi, Gezi’de ve ertesinde olanları ıskalayan yorumlar yapıyorlar.

Uzun süredir Türkiye’de yaşayan bir akademisyen arkadaşım Gezi’nin bir öğrenci protestosu olarak kalacağından ve “sessiz kitleleri” harekete geçiremeyeceğinden emindi mesela. Bir başkası darbe olacağından endişe ediyor ve her an tankların köşeyi dönmesini bekliyordu. Bir diğeri ise olanlar için “İlginç,” dedi. “Sensin ilginç,” dedim ona. Artık canım burnumdaydı çünkü.

Sokaktaki herhangi bir göstericinin hemen hissettiği ama Türkiye üzerine kitaplar yazmış bu insanların gözden kaçırdığı şey neydi peki?

Aralarında Gezi’de olan biteni kendi gözleriyle görenler vardı. Onlar bile oradaki dinamikleri anlamaktan çok uzaktılar. Bunun laiklerle İslamcılar arasında bir çekişme olduğundan, modernlik ile gelenek arasındaki sürtüşmeden kaynaklandığından o kadar eminlerdi ki, Gezi’de yepyeni bir direniş biçiminin doğduğunu göremiyorlardı. Bunun yukarıdaki ikiliklere düşmeden birçok insanı aynı anda harekete geçirme gücü olduğunu da.

Gazeteler ise, üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazıyorlardı: Mısır karşılaştırmasını esas alan “Türk Baharı” okumaları ya da Batı’daki başka “occupy” hareketleriyle bağlantı kuran ve meseleye küresel direniş perspektifinden bakma gayreti içinde olan yorumlar.

Bunların tümüyle haksız olduğunu söylemek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Bu hareketler arasında elbette akrabalık vardır, ona diyeceğim yok. Ancak bu okumaların daraltıcı ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Ben siyasetçi değilim. Ama sıradan bir insan olarak bile fark ediyorum ki, Türkiye’de olanlar, geçmişteki siyasi karşıtlıkların ötesine geçen, hatta bu coğrafyada başka yerlerde yaşanan çelişkilere benzemeyen bir karakter gösteriyor. Ve bu karakter nedeniyle de yeni bir bakış açısını, farklı bir anlayışı, yaratıcı okumaları talep ediyor.

Daha olaylar soğumadan yapılan bu hızlı analizlerin altında ise, böyle bir anlayıştan ziyade, dünya vatandaşı olduğunu düşünen ve gittikleri her yerde kendilerine bir tür ideolojik öznelik atfeden kişilerin parlak kariyerleri yatıyor. Bu telaşlı yorumlarda, birer meslek haline getirdikleri Doğu’yu anlamaya çalışmak yerine, onu kendilerine aşina gelen bir yerden okuma kolaycılığına sapan roman karakterlerinden izler buluyorum.

Ne var ki, bu karakterler yanılmaya mahkûmdur. “Asya’nın gizemi”ni çözmek amacıyla yola çıkan ve sonunda kendi zihninin yansımasıyla baş başa kalan Lord Montecute sadece onlardan biridir.

Edward Said, Disraeli’nin romanından yaptığı alıntıyla, bence tam da bunu söylemek ister: Doğu’yu kariyerlerinin ve hatta kimliklerinin bir parçası haline getiren kişiler onunla ancak beğendikleri, anladıkları ve şekil verebildikleri yerden ilişki kurmayı tercih ederler.

Belki de başka türlüsü mümkün değildir. Çünkü baktıkları şey Doğu değil, kendi kariyerleridir.

No comments: