Tuesday, July 16, 2013

Düğün

BirGün Pazar
9 Haziran 2013


Türkiye’de çok garip şeyler oluyor. Her sabah kötü bir habere uyanmaya alışık bünyelerimiz yakında bu kadar iyiliğe dayanamayacak, hep birlikte kurdeşen falan dökeceğiz diye korkuyorum. Havada bir neşe, bir heyecan var. Kalabalıkların olduğu yerlerde birdenbire ortaya çıkıyor. Sokaklarda insanlar birden bir alkış tutturuyor. Denizde tekneler birbirini selamlıyor, bağırışlar sloganlar gırla gidiyor. Vapur düdükleri insan seslerine karışıyor.

Yollarda kendi kendine gülümseyen gençler görüyorum. Yaşlı başlı kadınlar kaldırımlara çökmüş sohbet ediyor. İşe gidenler belli, derli toplu giyinmişler. Ama ayaklarına birer lastik ayakkabı geçirmişler. Doğru, belki koşmak gerekebilir. Fakat kimse bunu dert ediyor gibi görünmüyor. Esnaf bile. Herkes dükkanını açmış, işine devam ediyor. Evet, bakkalda her şeyi bulamıyorsunuz. Ama birtakım şeylere ihtiyacı yoktur belki insanın. “Kahrolsun bağzı şeyler”dir hatta. Bunu anlıyorsunuz.

Herkes birbirine dikkatli davranmaya özen gösteriyor. Beni en çok şaşırtan şey bu. Küçük yerlerde belki her zaman öyledir, bilmiyorum. Ama çoğunluğun birbirini itip kakarak hayatta kaldığı bir kent olan İstanbul için, bu gerçekten çok acayip bir durum. Sokakta insanlar size yol veriyor, kapıları tutuyor, yanlışlıkla çarparsa özür diliyor. Herkes bayramda eve gelen misafirin yanında en iyi davranışını göstermeye çalışan çocuklar gibi davranıyor. Utanıp sıkılmasalar kolonya tutup şeker ikram edecekler birbirlerine.

Buna şaşacak bir şey yok belki de. Çünkü hakikaten meydanlara önemli bir misafir geldi.  Gezi Parkı’nda halkın ta kendisini misafir ediyoruz. Ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse, orada herkes birbirini misafir ediyor. Gezi’nin bize verdiği en büyük ders bu: Karşımızdakinin de bizim gibi biri olduğunu öğreniyoruz. Onun da bizim gibi canı yanabilir, karnı acıkabilir, dertleri olabilir. Meydana girer girmez birileri yanınıza yanaşıp “Aç mısınız?” diye soruyor size. Susamışsanız su veriyorlar. Çoğu kişi teklif edilenleri almak istemiyor. Çünkü buna kendilerinden daha çok ihtiyacı olan birilerinin olabileceğini düşünüyorlar. Sonuçta, binlerce insanın doldurduğu meydanda insanlar huzurlu bir şekilde oturuyor, yemek dağıtılıyor, çöpler toplanıyor.

Böyle misafire can kurban.


Geçtiğimiz Pazar sabahı barikatlarla örülü mahallemize ellerinde çöp torbalarıyla bir sürü insan geldi. Sokağı derleyip toplamaya başladılar. Biz de eldivenlerimizi giyip torbalarımızı elimize alıp dışarı çıktık. Sokakta eski bir öğrencimle karşılaştım. Annesiyle beraber Üsküdar’dan gelmişti. Bizim mahallede çöpleri topluyorlardı. Öğrencim annesiyle beni tanıştırdı. Ben yaşlarda bir kadın. Elimizde çöp torbalarıyla birbirimize baktık. Galiba yanımızda çocuklar olmasa ikimiz de ağlayabilirdik. Ama ağlamadık. Onun yerine kalkıp çöpleri topladık.

Sokak biraz hale yola girdiğinde evimize dönüyorduk ki, gözümüze bizim apartmanın kapısında bir kalabalık ilişti. Aralarında kapıcımız da vardı. Tertemiz, pırıl pırıl bir çocuk. Ama bu sefer damat gibi giyinmiş: Tiril tiril beyaz gömlek, takım elbise, pırıl pırıl yeni pabuçlar. “Hayrola?” dedim, “Bizim oğlanın sünnet düğününü yapıyoruz, abla” dedi, “Köyden akrabalar da geldi.”

Baktım gözünün içi gülüyor. Belli ki çok mutlu, çok gururlu. Apartmanın altındaki lokantayla anlaşmış, misafirleri oraya yerleştirmişler. Bir yandan sokaktan geçenlere çikolata şeker dağıtıyorlar, bir yandan da düğüne gelenleri içeri kabul ediyorlar.

Biz de elimizde çöp torbaları, üzerimiz kir pas içinde lokantaya girdik. İçeride yine takım elbiseli ağırbaşlı erkekler, süslü kıyafetler giydirilmiş kız çocukları ve rengarenk başörtüleriyle güzel gözlü kadınlar arasında yerimizi aldık. Ben üstümden başımdan utandım biraz. Yırtık pabuçlarımı kapının arkasına sakladım. Kocam bir ara kulağıma eğilip “Çocuğa bir şey takmamız lazım,” dedi. Bir süredir para çekememiştik. Cebimizde kalanları birleştirip oğlana taktık. “Ne gerek vardı, abla!” dedi bizim çocuk. Dedim ya, çok düzgün bir insandır.

Biz oradan ayrılırken karşımızdaki lüks lokanta kapılarını açmış, göstericilere pilav dağıtıyordu. Halbuki biz orayı burnu büyük bir yer sanıyorduk. Yanılmışız. Pilav faslından sonra hep birlikte halay çekildi. Lokantanın başgarsonu halay başı olmuştu. Beyaz gömlekli ve siyah papyonlu kıyafetinin içinde omuzlarını titretip duruyor, beline sıkıştırdığı beyaz peçeteyi çıkarıp mendil yapmış ha bire sallıyordu.

Eve döndüğümüzde pencereleri açtık. İçeride hala hafif bir gaz kokusu vardı. Sonra oturup birer kahve içtik karşılıklı. Neredeyse hiç konuşmadan.

“Ne acayip bir ülkede yaşıyoruz!” dedi kocam gülerek. “Evet,” dedim ben de, “Müthiş bir yer gerçekten.”

No comments: