Tuesday, July 15, 2014

İçinden tren geçen romanlar...

BirGün Pazar
29 Haziran 2014





Geçen gece Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” adlı ödüllü filmini görmeye gittik.
Kalabalık bir grupla film izlemenin ne kadar zevkli olabileceğini unutmuşum. Bolca lafladık, ince eledik sık dokuduk falan filan.

Bir kısım arkadaşla filmden önce Türk sinemasında Rus etkisi konulu muhabbetler etmiştik. “Kış Uykusu”nu izlerken de elimizde olmadan filmdeki Ruslukların çetelesini tutmaya başladığımızı fark ettik. Hatta hikayenin ikinci yarısında, ilham alınanın hangi Rus olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atıldı. Yönetmen her ne kadar referanslarını açık açık söylemiş olsa da, tartışmalar filmden sonra da devam etti.

Filmin iyi bölümlerinden biri olan istasyon sahnesinde, hikayenin baş kişisi Aydın Bey’in yanında kahyası olduğu halde istasyona gelmesi ve kar altında raylar boyunca yürümesi bu tartışmayı iyice alevlendirdi. “Çehov etkisi varsa, bu trene asla binemez,” dedim ben. “Dostoyevski ise biner, ama ancak sürgüne gider,” dedi biri.  “Tolstoy da olabilir bak!” dedi öteki, “O zaman sonu raylarda biter, söyleyeyim.”

Böylece bir tren yolunda insanın başına gelebilecek neredeyse bütün felaketleri sıralamış olduk. Rus ya da değil. İşin içinde tren olunca bunlardan biri ya da diğeri olmalıydı.

Bunun üzerine aklıma içinden tren geçen başka romanlar geldi. Sevdiklerim, sevmediklerim, bu niyetle düşünmesem belki de bir daha hiç hatırlamayacaklarım.

Önce çocukluk kitaplarımdan biri olan “Demiryolu Çocukları”nı düşündüm. Orada trenler çocukların hayatının merkezinde duruyordu. Mutlu ve refah içindeki yaşantılarını geride bırakıp anneleriyle birlikte küçük bir köye taşınmak zorunda kalan üç kardeşin hikayesiydi bu. Roberta, Peter ve Phyllis (çocukken bunu ‘pihilis’ diye okuyordum) uzaklara giden babalarını özlüyor ve kentteki hayatlarına geri dönmek istiyorlardı. Onun için her gün istasyonu gören tepeye çıkıp Londra’ya doğru giden trenleri izliyorlardı. Kitap tanıtımları bu romana dair hep neşeli şeyler yazar. Ama acıklı bir hikayedir bence. Araya bir erkek kardeş katıldığını ve akşam yemeklerinin İngiliz usulü zavallılığını saymazsanız, Çehov’un “Üç Kızkardeş”inin çocuk versiyonu gibi bir şeydir. Geri dönmek isteyip de dönemeyenlerin hikayesi yani.  

Sonraki trenli hikaye, “aslan okuyucu” olduğum ergenlik yıllarından kalma: “Şark Ekspresinde Cinayet.” Okuduğum iyi Agatha Christie’lerden biri. Neden iyi? Çünkü Hercule Poirot ve “küçük gri hücreleri” var. Çünkü tek mekanda geçiyor ve acayip klostrofobik. Üstelik bir de yetmiş iki milletten türlü çeşitli karakteri var. O kadar heyecanlı ki, ben de trende olmak istiyorum. Bunun için bir cinayeti çözmem gerekecekse, ona da hazırım. Daha sonra öğrendiğim şey ise, bu romanın gerçek bir olaydan esinlenerek İstanbul’da yazıldığı oldu. Romanda sözü geçen çocuk kaçırma olayı, 1932’de Charles Lindbergh’in oğlunun kaçılırılıp öldürülmesi olayından alındığı gibi, Agatha Christie’nin kendisi de 1929 senesinde Şark Ekspresi ile seyahat ederken bir kar fırtınası nedeniyle Çerkezköy’de altı gün mahsur kalmış.

Şark Ekspresi’nden söz etmişken, Graham Greene’in “İstanbul Treni”nde bahsetmemek olmaz. Siyasi ve ahlaki meseleleri felsefi bir derinlikle ortaya koyan romanları ile ünlü olan Greene, kendisini tanınır kılan bu romanı için “eğlenmek için yazdım” demiş. Ama yine de karanlık karakterler ve siyasi tartışmalardan uzak durmamış. Yine Şark Ekspresi’nde geçen bu roman, hepsi yeni bir başlangıç yapmaya çalışan bir avuç karakteri aracılığıyla Ostend’den İstanbul’a kadar süren bir yolculukta dönemin siyasi ikliminin de resmini çizer. 1930’ların başında bir yandan sosyalizmin Balkanlar’da yükselişini anlatırken, öte yandan da İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da kendini göstermeye başlayan Yahudi düşmanlığının işaretlerini verir. Agatha Christie’nin romanından çok daha derinlikli bir şekilde olsa da, suç ve tehlike bu romanın da merkezinde duruyor. Graham Greene’e göre anlaşılan bir tren yolculuğunda başınıza gelecek en fena şey hırsızlar ve katillerdir.

Aynı soruyu Patricia Highsmith’in üzerinde denemek isterseniz, cevap değişebilir. Highsmith size bunun “istenmeyen yakınlıklar” olduğunu söyleyecektir. Daha evvel de yazmıştım, en sevdiğim Highsmith romanlarından biri olan “Trendeki Yabancılar,” tam da bu mesele hakkındadır. Bir trende başınıza gelebilecek en büyük felaket, bir daha asla kurtulamayacağınız bir yakınlık tesis etmektir. Yanınızdaki kişi konuşur durur. Siz de yavaş yavaş istemediğiniz kadar çok şeyi anlatmaya başladığınızı hissedersiniz. Bu hoş değildir. Ama duramazsınız bir türlü. Karşıdaki sorular sormaktadır. Cevap vermemek kabalık olur. O ilk soruya cevap vermemiş olsaydınız belki. Ama şimdi artık çok geçtir. Ayrıca yolunuz da uzundur. Zaten bu kişiyi bir daha nerede göreceksinizdir! Böyle devam eder gider. Sonunda kendinizi sonu gelmez bir belanın içinde buluverirsiniz.

Trenli bir durumda bundan da büyük bir felaket var mıdır diye sorarsanız, o da yol arkadaşınızın size henüz basılmamış romanını okumaya başlamasıdır derim. Eğer yol arkadaşınız Murat Uyurkulak değilse tabii. Uyurkulak’ın ilk romanı TOL, tam da böyle bir hikayeyi anlatır. Romanın başında hayatla bağları iyice zayıflamış genç bir adam olan Yusuf, iyice içip küfelik olduğu bir gecenin sabahında bir tren vagonunda ayılır. Bir süre sonra yalnız olmadığını fark eder. Yol arkadaşı kendisi gibi bir kaçak olan Şair’dir. İstanbul’dan Diyarbakır’a uzanan bu yolculukta Yusuf, yol arkadaşının kendisine uzattığı hikayeleri okuyacak ve onlarda hem ülkenin hem de kendisinin tarihine dair gerçekleri bulacaktır. Şair’in hikayeleriyle birlikte roman da yavaş yavaş gözümüzün önünde şekillenir ve son halini alır. Güzel kitaptır. Hala okumadıysanız, hazır trenli mevzulara girmişken hemen alın derim.

Trenler, istasyonlar, romanlar falan derken bir torba dolusu laf ettim. Kusura bakmayın. Son bir şey ekleyip kapatacağım.

Haydarpaşa Garı’nın boşaltılmasından sonra, geçenlerde Kadıköy yakasındaki tarihi istasyonların da “dönüştürüleceği” haberi geldi. 1871 yılında yapımı tamamlanan 91 kilometrelik Haydarpaşa-Pendik banliyö tren hattı zaten bir senedir çalışmıyor. Marmaray çalışmaları kapsamında yenilenecek tren hattının bünyesinde olan tarihi istasyonlar da yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaymış.  

Diyeceğim şu ki, trenler edebiyatın da sinemanın da ayrılmaz bir parçasıdır. İstasyonu olmayan milletin romanı da filmi de eksik kalır.

Hepinize iyi pazarlar.

No comments: