Friday, July 25, 2014

Latin Amerika Notları II - Dünyanın en uzak ucu...

BirGün Pazar
20 Temmuz 2014


Babamın taksitle aldığı 20. Yüzyıl Ansiklopedisi’nin “Kim Kimdir?” cildini çocukken hep başucumda tutardım. Diğerleri de iyiydi ama ben bu cildi iyice eskitmiştim. Seyyah ve kaşiflerin hikayelerini okumaya bayılıyordum çünkü. Marco Polo, Vasco de Gama, Macellan ve Kaptan James Cook’un maceralarını ezberlemiştim. Jules Verne romanları ve televizyondaki Kaptan Cousteau belgeseli ile iyice gazı aldığım bu dönemde, bütün derdim seyahate çıkmaktı. Denizden ya da karadan, hiç fark etmezdi. Maceralar beni bekliyordu. Dünyanın en uzak ucuna kadar gitmeliydim. Dünyanın sonunu da, çocuk aklımla, Güney Amerika olarak bellemiştim. Orada tam olarak ne bulmayı bekliyordum bilmiyorum. Ama düşüncesi bile beni heyecanlandırmaya yetiyordu.

Uruguay’a vardığımızdan beri, gerçekten dünyanın sonuna gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Yaklaşık 1,5 milyon insanın yaşadığı Montevideo çok şaşırtıcı bir kent. Özellikle yaşam biçimi açısından kesinlikle görmeye değer. Burada hemen her gün hiç alışkın olmadığım manzaralarla karşılaşmanın şaşkınlığı içindeyim.


Şehre indiğimiz ilk gün, merkezde dolaşırken bir gösteri yürüyüşüne rast geldik. Bir grup işçi çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebi ile yürüyorlardı. Ortalıkta tek bir polis bile yoktu. Göstericiler, sloganlar ve buraya özgü bir davul olan “candombe” eşliğinde ana caddede “kuşlama” yaparak yürüyüp gittiler. Aynı gün polis de gördüm. Ama bambaşka bir yerde. Hamile bir polis, kocasının elinden tutmuş vitrindeki bebek kıyafetlerine bakıyordu. Görevi yeni bitmişti herhalde. Üniforması hala üzerindeydi çünkü. Ayıp olmasın diye fotoğrafını çekmedim, ama bu görüntüyü zihnime kaydettim. “Fargo” filminin yanına koydum onu. Dünyanın sonuna kadar gittiğinizde, sevdiğiniz hikayeler de gerçek oluyordur belki diye düşündüm sonra.

Burası Buenos Aires kadar Avrupalı bir yer değil. İnsanları da Arjantinliler kadar kasıntı değil. Hatta bu iki ülke arasında zaman zaman muhalefetli bir ilişki var. Arjantin-Almanya final maçını seyrederken bunu yoğun bir şekilde hissettik. “Onlar bizim kardeşimiz tabii,” dediler. “Elbette destekliyoruz,” dediler. Ama anlaşılan Arjantin, Uruguaylıların gözünde bir kardeşten çok sorunlu bir büyük ağabey. Seviyorlar ama belli bir mesafeden. Bunda da haklılar aslında. Çünkü Arjantin’in gösterişli yaşam biçiminin aksine, Uruguay’a hakim olanın sıcakkanlı bir tevazu olduğu söylenebilir. Nereye gitseniz insanlar sizi dostlukla karşılıyor ve ellerinde ne varsa paylaşmaya hazır görünüyorlar.

Mate hariç tabii. Bu bölgenin yerel içeceği olan ve tropik bir bitkinin yapraklarından imal edilen mate, ev sahibimiz Senor Alvaro’nun dediğine bakılırsa,  “tamamen kişisel” bir şey. Belki sevgilinizle falan paylaşabilirsiniz ama sonuçta herkesin matesi kendine. Kollarının altına sıkıştırdıkları termoslar ve ellerindeki mate taslarıyla dolaşan işçiler ve öğrenciler Montevideo’nun gündelik manzaralarından birini oluşturuyor. Mate üzerine su eklenerek türetilen bir içecek olduğu için bu termosları taşımak şart. Deriden yapılmış özel mate çantaları da gördüm. Ama çoğu kişi bununla uğraşmıyor bile. En yakın dostuymuş gibi termosuna sarılıp yürüyor. Termos taşıma teknikleri üzerine bir kitap bile yazılabilir burada. Hatta belki çoktan yazılmıştır bile.

Bu güzel şehrin meydanlarında, geniş bulvarlarında ve aydınlık sokaklarında dolaşırken, yeni bir yerde bulunmanın heyecanı kadar, hiç yabancılık çekmiyor olmanın şaşkınlığını da taşıyorum. Burada her şey, hem uzak hem de biraz tanıdık. Mesela kokular. Şehrin merkezi şerbet ve kavrulmuş fıstık kokuyor. Çünkü her köşe başında önce şekerli bir sıvıda kaynattıkları fıstıkları kavuran sokak satıcıları var. Bir de gül suyu olsa, mevlüt ne zaman başlıyor diye sorabilirsiniz. Kitapçılarda da, çocukluğumdaki kokulu silgilerin kokusu geldi burnuma. Bir de lastik oyuncaklar vardı eskiden. Onların hafif pudralı tatlımsı bir kokusu olurdu hani. İşte onlar gibi kokuyor bütün kırtasiyeciler ve fotokopiciler.

Sadece kokular değil, başka ayrıntılar da bana Türkiye’nin 70’li yıllarını hatırlatıyor burada. Bakımsız ama güzel binalar (eski mahalleler henüz ele geçirilmemiş), sokak lambalarının soluk ışıkları (elektrik çok pahalı), sokaklarda futbolcu kartları satan yaşlı amcalar (Suarez’in fotoğrafı en kıymetlisi) ve eski kahvehaneler. O kahvelerden birine gidip oturdum geçen gün. Biraz kitap okudum, biraz yazıp çizdim. Yan masada adamın biri bana ters ters baktı ama hiç oralı olmadım. Pencere önünde aydınlık masa bulmuşum, hiç keyfimi bozar mıyım? Hatta ayrılırken çat pat İspanyolcamla garsona iltifatlar ettim falan filan. Garson da kibarca oranın aslında meşhur bir yer olduğunu söyledi. Eve dönünce interneti açıp baktım neymiş bu kahve diye. Biraz araştırınca ne göreyim! Meğer onca saat Eduardo Galeano’nun masasında oturmuşum. “Hoşçakal Cafe Brasilero,” dedim kendi kendime, “herhalde bir daha görüşemeyeceğiz.”


Galeano’nun masasını kaptım. Ben de bu şans varken, Mujica’nın ekmeğini de gider ben alırım. Olmayacak şey değil gerçi. Uruguay’ın devlet başkanı Jose Mujica, ya da buradakilerin söylediği şekliyle “Pepe,” kolayca insan arasına karışan biri. Sağda solda, süpermarket sırasında, pazar alışverişinde falan görmek mümkün. Acaba biz de pazarda karşılaşır mıyız diye şakalaşırken, onu değil ama başka birini bulduk. Dün balık tezgahının önünde ne alacağımıza karar vermeye çalışırken, Türkçe konuştuğumuzu duyan yaşlıca bir kadın atlayıp boynumuza sarıldı. Meğer ilk kocası Türk asıllıymış. Bize uzun uzun nasıl yaprak sarması yaptığını anlattı. İstanbul’u ve özellikle de sahlep içmeyi çok özlediğini söyledi. Sonunda oturup bir güzel ağladı. Senora Marta ile sarılıp öpüşerek ayrıldık. Eski bir akrabamızla vedalaşır gibi. Bize el sallarken gözlerinde hala yaşlar vardı.

Montevideo hakikaten çok güzel bir şehir. Bazı sabahlar, İzmir’in Kordon’unu andıran sahil şeridinde uzun uzun yürüyorum. Burnuma yosun kokuları geliyor. Palmiyeleri ve banklarda güneşlenen insanları seyrediyorum. Ben de bir banka oturup dinleniyorum. Önümden bisikletliler, koşucular, yürüyüşe çıkmış aileler geçiyor. Yolu denizden ayıran alçak duvarın üzerinde küçük bir kız yürüyor. Dengesini sağlayabilmek için kollarını yana açmış. Saçları rüzgardan dağılmış. Yüzünde hem heyecan hem endişe var. Bir de sonunda başarmış olmanın mutluluğu.

O küçük kıza bakıp gülümsüyorum. O da dünyanın en uzak ucuna gitmeyi hayal ediyor mudur acaba? Tıpkı benim çocukken yaptığım gibi.

5 comments:

verbumnonfacta said...

borges der ki, "arjantinliler öldüğünde birer meleğe dönüşür, kanatlarını da alıp ururguay'da yaşamaya başlarlar."

Meltem Gürle said...

Burada geçirdiğim zaman uzadıkça, ben de Borges'e hak verir gibi oluyorum. Gerçi Borges söz konusu olunca, hep bir ayak oyunu bekliyor insan. Bunu da müstehzi bir şekilde söylemiş olabilir. Güvenmemek lazım. :)

Meltem Gürle said...
This comment has been removed by the author.
verbumnonfacta said...

dudaklarının kenarına gizlenmiş o gülümsemeyi bilmez miyim. hep, kör olduğu halde bizden daha iyi ve çok gördüğünü bildiği için bu haller.

ilk okuduğum zaman da burada kayıtlara geçerken de bu cümleyi sorgulamadım değil. en fazla, "kanatlarını da" ifadesinden arjantinlilerin kanat sahibi olmakla bir melek olduğu iması sezdim. bunu da kabullenebilirim. en azından bütün zamanların en güzel on numarası maradona için.

haritanın o köşesine selamlar :)

zeynep said...

montevideo'yla julio cortazar çıktı geldi, mate'yle iyice kuruldu geldiği köşeye. "dünyanın sonuna kadar gittiğinizde, sevdiğiniz hikayeler de gerçek oluyordur belki diye düşündüm sonra." da gözlerinin pırıl pırıl olduğunu görür gibi olduk. "oyunun sonu" hikayesini de hatırlamış olabilir. ayaklarınıza sağlık:)