Showing posts with label karamasov kardeşler. Show all posts
Showing posts with label karamasov kardeşler. Show all posts

Monday, July 24, 2017

Mitya'nın Rüyası




Karamasov Kardeşler’de Mitya, yani Dimitri Karamasov, babasını öldürmekle suçlandığı ve sorguya çekildiği sahnenin ertesinde bir rüya görür. Rüyasında bozkırda bir köylünün sürdüğü at arabasının içinde çamurlara batıp çıkarak ilerlemektedirler. Soğuk bir yağmur yağmakta ve Mitya üşümektedir. Birden biraz ilerde bir köy görürler. Kapkara izbe bir yerdir burası. Arkada yanmış, isten kurumdan kararmış kalaslar görünür. Köyün girişinde, köylü kadınlar bir şey bekler gibi yan yana dizilmiş durmaktadırlar. Kanları çekilmiş renksiz yüzleri ile Dimitri’ye bakarlar. Uzun zayıf yüzlü bir tanesi, kollarında çelimsiz bir bebek tutmaktadır. 

Bebek açlıktan ve soğuktan ağlayıp durur. Küçük kollarını havaya kaldırıp annesine uzatır. Ama kadının ona verecek hiçbir şeyi yoktur. Arkasındaki yıkıntı gibi kuruyup kararmıştır o da. 

“Neden ağlıyorlar? Niçin gözyaşı döküyorlar?” diye sorar Mitya. Arabacı, oranın bir yangın yeri olduğunu, insanların fakirlikten ve çaresizlikten karardığını, çocukların açlıktan ve soğuktan birer birer öldüğünü anlatır ona. Ama anlamaz Mitya. Dünyanın neden böyle bir yer olduğunu kavrayamaz bir türlü. Sormaya devam eder:

Sen bana şunu söyle! Yangından çıkmış olan bütün anneler böyle mi dururlar? İnsanlar neden fakirdir? Bebe neden zavallıdır? Bozkır neden çıplak? Neden birbirlerini kucaklamıyor, birbirlerini öpmüyor, neden neşeli şarkılar söylemiyorlar? Neden başlarına kapkara bir felâket gelmiş gibi karanlık içindeler? Neden bebenin karnını doyurmuyorlar?”

Dostoyevski bir yandan Mitya’ya bu soruları sordurur, öte yandan da onun bu soruların hemen cevaplanamayacağını hissettiğini söyler bize. Yine de şunu anladığımızdan emin olmak ister gibidir: Hayattaki en önemli sorular bunlardır aslında. Ne olursa olsun bunları sormak ve muhakkak böyle sormak gerekir. Mitya bu konuda bir şeyler yapmak gerektiğinin farkına varmıştır. Acıların, kederlerin, haksızlıkların sona ermesi gerektiğini bilir. Bunu kanında, etinde, bütün bedeninde hisseder. Soğuktan kaskatı hale gelmiş vücudu, yangın yerinde kalakalmış bu talihsiz insanlara duyduğu şefkatin etkisiyle gevşer, gözlerine yaşlar dolar ve bu adaletsizliğe bir son vermek gerektiğini düşünür: “Öyle ki, artık bebe ağlamasın, bebenin kapkara ve vücudu kurumuş annesi gözyaşı dökmesin, o andan sonra artık hiç kimsenin gözü yaşlı olmasın...”

Dimitri Karamasov, yangın yerinde çaresizce yan yana dizilmiş o kadınların yüzünde insanlığın acısıyla yüz yüze gelir. Onların çektiği azabın karşısında daha evvel yaşamadığı türden bir sarsıntı geçirir. Ancak, onları gördüğü andan itibaren, bu acılara son vermek için bir arzu da duyar. Dünya artık böyle olmamalıdır. Acılardan ve kayıplardan oluşmamalı, bir yangın yeri hâline gelmemelidir. Dimitri, insanlığın acısını hissettiği ölçüde, bu ıstırabı yaratan her şeyle mücadele etmek için büyük bir kararlılık da duyar içinde. 

Mitya’nın rüyası bir süredir aklımdan çıkmıyor. Kötülüğün ve adaletsizliğin karşısında, ben de onun gibi afallıyorum çünkü. “Neden, neden?” diye sormak istiyorum. Bu soruyu boşuna tekrar ettiğimi bilsem de, büyük acılara şahit olduğumuz bu korkunç dönemde bunun çoğu insana anlamsız geleceğini hissetsem de. 

Oysa Dostoyevski çok haklı. Tam da bu soruları sormamız gerekiyor aslında. Bıkmadan, yorulmadan ve her zaman. Ama özellikle de şimdi. Bütün ülkenin bir yangın yeri hâline geldiği şu anda.
Neden düğünler cenazeye dönüyor? Çocuklar neden ölüyor? Anneler neden hep ağlıyor? Sokaklar niye cesetlerle doluyor? Bazı cenazeler neden kaldırılamıyor? Neden yan yana yüzlerce mezar kazılıyor? Evler niçin yakılıp yıkılmış? Şehirler nasıl olmuş da tanınmaz hale gelmiş? Yoksulluk, adaletsizlik, bu kadar koyu bir düşmanlık niye var? Bütün bunlara bir çare bulunamaz mı? Ağlayanların gözyaşı dindirilemez mi? Gidenlerin yası tutulamaz, kalanlara teselli olunamaz mı? Bu korkunç döngüden bir çıkış yok mudur? Barış içinde yaşamak mümkün değil midir?

Bu soruları soranlar yok mu? Var elbette. Ama onların da başına gelenleri biliyorsunuz. Yazarlar, gazeteciler, avukatlar, akademisyenler, öğrenciler... Bu ülkenin bütün vicdanlı insanları, birer birer hapse atılıyor. En son Aslı Erdoğan’ı tutukladılar. Oysa, dünyanın acılarına isim koymuş, insanlığın dertlerini anlaşılır kılmış bir yazardır o. Özgür Gündem’de yazdığı Cizre yazıları nedeniyle suçlandığını öğrendikten sonra, “Keşke daha fazla anlatsaydım, daha fazla yazsaydım!” diyen biridir. Onu hapse atanlar bilmiyorlar ki, daha böyle çok insan var. Türkiye’nin Mityaları onlar. Bu soruları soranlar. 

Dostoyevski başka bir yerde diyor ki: “Hayatta korktuğum bir şey varsa, o da acılarıma layık olamamak.” 

Biz de acılarımıza yetişemediğimiz bir dönemden geçiyoruz şimdi. Daha birinin yasını tutamadan öteki patlıyor. Bundan kötüsü olmaz derken, çok daha büyük bir zalimlikle karşılaşıyoruz. Öldürülen çocukların, kadınların, ihtiyarların gazetelerdeki fotoğraflardan neşeyle, şaşkınlıkla, ciddiyetle bakan gözleri birbirinin üzerine yığılıp duruyor. Çoğunun ismini bile hatırlayamıyoruz artık.

Ama gözler orada duruyor. Acılarımızın cisimleşmiş hâli olarak bize bakmaya devam ediyorlar. Onlara layık olacağımızı ve sormamız gerekenleri sormaktan vazgeçmeyeceğimizi umalım.

Tuesday, December 08, 2009

İncelikler yüzünden



BirGün/ 16:10 15 Kasım 2009

‘Karamazov Kardeşler’ çok büyük bir romandır. Hatta belki de en büyüğüdür. Dostoyevski bu romanın içine dünyaları sığdırmıştır. Onun için oturup ‘bir roman, bir sahne’ oyunu oynuyor olsak, bu romanı anlatacak kişinin en iyi sahneyi seçebilmek için saatlerce düşünmesi gerekir. Bunu kabul etmekle beraber, hiç tereddüt etmeden en sevdiğim sahneyi söyleyebilirim: Babasını öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan Dimitri Karamazov, saatlerce süren mahkemede yorgun düşüp uyuyakalır. Uyandığında başının altına bir yastık konduğunu farkeder. O vakte kadar canla başla suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan Dimitri’nin gözleri dolar, yüzü aydınlanır ve minnet dolu bir sesle “Başımın altına yastığı kim koydu? Kimdir o iyi yürekli insan?” diye sorar. O kişi ortaya çıkmaz, ama Dimitri değişmiştir; suçsuz olmasına rağmen kürsüye yaklaşır ve her şeyi imzalamaya hazır olduğunu söyler. Bu küçücük şefkat anı çözülmesine neden olmuş, başka her şeyi önemsizleştirmiştir.

Bizi mahvedenin kabalıklar olduğunu zannederiz. Oysa, asıl incelikler yıkar hepimizi. Kabalık, içinde yaşadığımız, kendimizi hazırladığımız, hatta bir dereceye kadar baş etmeyi öğrendiğimiz bir şeydir. Dünya iyi bir yer değildir. Hayat acımasız, insanlar hoyrat, mutluluklar geçicidir. Bunu beş yaşında falan öğreniriz. Sonrası üç aşağı beş yukarı hep aynı terânedir.

Başta karşımızdaki insanların duyguları olmak üzere hayatta bir çok şeyi kontrol edemediğimizi farkederiz. Üstelik görürüz ki, bu hiç de az bir bilgi değildir aslında. “Öteki,” cehennemin ta kendisidir. Sartre, başka bir çok şeyde olduğu gibi, bu konuda da haklıdır.

Böylece zaman geçer. Yavaş yavaş katılaşırız. Hayata karşı donanmış, kötülüklere karşı zırhlanmış olduğumuzu düşünmek isteriz. Beklentilerimizi düşük tutar, her şeye hazırlıklı olmaya çalışarak yaşar gideriz.

Sonra birden, hiç beklemediğimiz bir yerden, bizi hiç tanımayan birinden bir incelik görürüz. İşte bu darmadağın eder bizi. Buna hazırlıklı değilizdir çünkü.

Kırk yaşına girdiğim gün hayatımın en kötü günlerinden biriydi. Neredeyse bir ay boyunca her gün yaptığım gibi, hastaneye annemi görmeye gitmiştim. Annem komadaydı. Yoğun bakımdaydı. Bizi yine içeri almadılar. Bir kez daha ‘her şeye hazırlıklı’ olmamızı söylediler. Babam, kardeşim ve ben hastanenin bahçesinde yine sessizce oturduk.

Eve dönerken, bir daha hiç bir doğumgünümde mutlu olamayacağımı biliyordum.

Ruhumla beraber bedenim de katılaşmış gibiydi. Her adım için düşünmem gerekiyordu. Bir robot gibi ilerleyerek dolmuşa bindim. Biri bana dokunursa paramparça olacağımdan korktuğum için öne, şöförün yanındaki koltuğa oturdum.

Güzel bir yaz günüydü. Haziran güneşi ön camda patlayıp dağılıyor, her şey fazla parlak, fazla canlı, fazla renkli görünüyordu. Işık öyle kuvvetliydi ki, canımı acıtıyordu. Dayanamayıp gözlerimi kıstım.

Bunun üzerine yanımdaki koltukta bir hareket hissettim. Yaşlıca bir adam olan şöför bana doğru uzandı, önümdeki güneşliği indirip gözlerimin hizasına gelecek şekilde ayarladı. Sonra hiç bir şey söylemeden işine döndü ve gözlerini yola çevirdi.
Güneşliğin üzerindeki aynada kendimi gördüm. Kızarmış ve kısık gözlerimi. Şöföre teşekkür etmek için ağzımı açtım. Ama sesim çıkmadı.

İşte o zaman ağlamaya başladım.

Her şeye hazırlıklı olduğumuzu zannederiz. Ama bir gün bir şey olur. Kırılırız.

İncelikler yüzünden.

Facilis Descensus Averno*


BirGün/ 15:11 05 Nisan 2009

Karamazov Kardeşler’in beşinci bölümünde anlatılan ‘Büyük Engizisyoncu’ adlı hikâye, Dostoyevski’nin elinden çıkmış en müthiş pasajlardan biridir ve romanın önemli meselelerinden biri olan özgür irade tartışmasının belkemiğini oluşturur.
İvan Karamazov tarafından nakledilen hikâye, 15’inci yüzyılda İspanya’nın Sevilla şehrinde yeniden ortaya çıkıp mucizeler yaratmaya başlayan İsa’nın, kendisini yakalayıp bir hücreye tıkan Büyük Engizisyoncu ile yaptığı son konuşmayı anlatır. Aslında İsa konuşma boyunca sessiz kalır. Konuşan yalnızca Engizisyoncu’dur ve özet olarak şunları söyler:
“İsa, onlara özgürce seçim yapma hakkını vererek insanları taşıyamayacakları kadar ağır bir yükün altına sokmuştur. Ama neyse ki, kilise zamanında davranıp bu yükü devralmış ve böylece kitlelere mutlu olma şansını tanımıştır. Şimdi İsa’nın yeniden ortaya çıkıp kilisenin işini bozmaya hakkı yoktur, çünkü, kilise şeytana uyduysa da, bunu İsa adına yapmıştır. İnsanları varoluşun ağırlığından kurtarmış, aynı İsa’nın yaptığı gibi, acıları kendi üzerine almıştır.”
Engizisyoncu’nun tiradını dinlerken, Dostoyevski’nin bize inceden inceye sezdirdiği şeyi hemen hissederiz: Varoluşun acılarını bertaraf etmek isteyen, varoluşun kendisini de gözden çıkarmış olur. Kilisenin yapmaya çalıştığı işte bu nedenle kabul edilemez.
Dostoyevski, ‘Büyük Engizisyoncu’da, yalnızca Katolik Kilisesi’ne değil, kendini meşrulaştırmak çabasında olan her türlü iktidara dair tutumunu ortaya koyar. Bu metin, tam da bu nedenle hiç eskimeyecek, her zaman güncel kalacaktır. Engizisyoncu, içi boşalmış bir dünyanın hükümdarıdır ve ruhaniliğe karşı dünyeviliği temsil eder. Başta kurumlaşmış din olmak üzere, bütün mutlak güçler dünyayı Engizisyoncu’nun gözünden görür: Bunlara göre, insanlık özgür iradesini kullanmayı değil, refahını garanti edenler tarafından yönetilmeyi tercih eder. Çünkü böylesi çok daha rahat, çok daha kolaydır.
Dostoyevski’nin Engizisyoncu vasıtasıyla tartıştığı inanç ve irade meselesinin hâlâ hayatımızın merkezinde durduğunu görebilmek için etrafınıza şöyle bir göz atmanız yeterli olacaktır. Çoğumuz için özgürlük, bir hediye değil, bir yük, hatta bir lanettir. Onun ağırlığı altında eziliriz. İstediğimiz şey özgürlük değil, hayatlarımızı kolaylaştıracak ve bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyecek bir mercidir. Onun için, yükü devredebileceğimiz birini bulur bulmaz ondan kurtuluruz. Üstelik bizi bu eziyetten kurtardığı için yükü devralana minnet de duyarız.
Kendini mutlak sayan iktidarlar, işte tam da bu görevi yerine getirir. Hepsi bir tür ‘devir-teslim’ mekanizması gibi işler. Özgürlük devralır ve karşılığında mutluluk vaad ederler. Adaletsizlikten, yoksulluktan, ekonomik krizlerden kurtulmanın yolları, onlara göre, koşulsuz bir teslimiyetten geçer.
Özgürlük havarisi gibi görünenler bile aslında alttan alta hep aynı şeyi söyler: Özgürlük mü istiyorsunuz? Biraz sabırlı olun! Önce yoksulları doyuralım, ekonomiyi düzeltelim, dış düşmanlara karşı memleketimizi güçlendirelim, sonra özgürlükten söz edebilecek hale geliriz. Ve bu an hiç gelmez. Çünkü hep halledilmesi gereken bir şey, sarılması gereken bir yara, savaşılması gereken bir düşman vardır.
İrade, ianeler ve tehditler arasında kaybolur gider.
Büyük Engizisyoncu’nun kurduğu ve korumak istediği dünya gibi, onlarınki de, aslında insanın bir seçim yapmak zorunda olmanın ağırlığından kurtarıldığı yerdir. Öyleyse, ‘yeryüzü cenneti’ diye sunulan şey, aslında cehennemden başka bir şey değildir. Evet, insanlar mutludur belki. Evet, belki karınları tok sırtları pektir. Dolaplarında kırık bulgur, sobalarında kömür vardır. Ama artık karınca yığınlarından farkları yoktur. Bir hareketle yön değiştirip, bir sinyalle geri dönebilirler. Engizisyoncu İsa’ya şunu söyler: “Bugün ayaklarını öpen halk, yarın, bir göz işaretiyle atılacağın ateşe odun taşımaya koşabilir.” Çünkü, iradelerinden vazgeçerken, Edward Wasiolek’in dediği gibi, esas hediyeyi, yani “hürriyetin verdiği insanî vakarlarını” kaybetmişlerdir.
Öyleyse, hayatı refaha ulaşmaktan ibaret zanneden yanılmaktadır.
Hayat bundan fazlasıdır.

• Latince, “Cehenneme giden yol kolaydır”.