Sunday, March 28, 2010

Dur biraz, çok güzelsin!


BirGün

28 Mart 2010

Alman edebiyatının belki de en çok alıntılanan dizesi, ‘Faust’tandır: Verweile doch, du bist so schön! (Dur biraz, çok güzelsin!)

Goethe’nin meşhur oyununda, Faust şeytanla bir anlaşma yapar. Ona ruhunu satacak, Mefisto da bunun karşılığı olarak bu hırslı bilimadamının bütün isteklerini birer birer yerine getirecektir. Buraya kadar, korkunç da olsa adil bir anlaşma gibi görünür bu. Ama şeytanın bir koşulu daha vardır. Faust, herhangi bir tecrübe için yukarıdaki cümleyi söyler ve yaşamının bir anında demir atıp kalmak isterse, orada hayata veda edecektir.

Mefisto bu maddeyle, hem Faust’la hem de Tanrı’yla mücadeleye girer. Bir taraftan, Faust’un dünyaya duyduğu açlığı ona karşı kullanırken, bir yandan da özgürlük kadar değerli bir şeyi melekler dururken insanların eline bırakan Tanrı’ya hata yaptığını göstermek ister. İnsan zaaftan ibarettir. Özgürlüğü taşıyamaz. Mefisto’ya göre Faust, kendisine sunulan dünyevi zevklere kanacak ve doymayacaktır.

Oyun boyunca, Faust’un ağzından bu lafın dökülmesini bekleriz. Fakat o, hayatının sonuna kadar bir tecrübeden bir diğerine koşar. Başka insanları kendi arzularına oyuncak eder ve bundan kendini alamaz. Margaret’e tutulduğunu sandığı anda bile aklındaki tek şey onu ele geçirmek, ona sahip olmaktır.

Beklediğimizi bize ancak oyunun sonunda verecektir Faust. Ölmeden önce, zaaflarına göğüs gerebilecek kadar güçlü bir insanlık düşler. Öyle bir insanlık ki, ölüm anına kadar cesaretle ayakta kalacak, sonluluğunun bilincine rağmen tanrısal olanı kendinde bulacaktır. Ancak böyle bir dünyaya, ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ diyebileceğini hayal eder. Ve bunu hayal ettiği anda da ölür.

Bu cümle Goethe’nin dahiyane buluşudur. Yalnızca Faust’u değil, hepimizi anlatmak için kullanır onu. Modern insan tatminsizdir. İleriye, daha ileriye, hep daha ileriye gitmek ister. İçinde bulunduğu anın farkında değildir. Mutlu olsa bile, bunun ayırdına varamaz. Çünkü daha ilerideki bir zamana, daha büyük bir hazza, daha ağız sulandırıcı bir lokmaya dikmiştir gözünü. Modernlik, büyük bir açgözlülüktür. Dev bir mide, kösnül bir ağız, kocaman bir Ego’dur. Her gün yarına ötelendiği için, ‘şimdi’ çoktan kaybedilmiştir. Elimizde kalan sadece ne olduğu belirsiz bir gelecek vaadidir.

‘Şimdi’nin kaybedilmesi, Goethe’nin çok iyi anladığı gibi, mutluluğun kaybedilmesi demektir. Mutluluğun yerini haz doldurur. Hazla mutluluğu karıştıran insan, hep daha fazlasını ister ve Faust gibi doyurulamaz bir açlık içinde bir deneyimden bir başkasına savrulur. Oysa hazla beslenen hep aç kalır. Çünkü haz, her zaman kendinden daha büyük bir boşluk bırakır geride.

Mutluluk ise ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ dediğimiz andadır. Ama Mefisto’nun umduğu gibi değil. Hazla dolduğumuz andaki gibi değil. Çünkü o anın hep bir ertesi vardır. Mutluluk ertesi olmayan bir andır. Sonsuz bir ‘şimdi’dir o. Hep içinde kalmak istediğimiz zamandır.

O zaman, ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ belki de basit bir şeydir. Mesela, bir kış gecesi soğuk bir mutfakta yapılan sıcak bir sohbettir. Ayaklar alta toplanır, eller çay bardaklarında ısıtılır. Bazan konuşulur, bazan uzun uzun susulur. Çaydanlık fokurdar, pencereler buğulanır. Gece uzayıp gider. Ertesi olmasın istediğimiz an budur belki. Sessizliklerle bölünen o sohbetin yarattığı dostlukta sonsuza kadar kalmak isteriz. İki insanın yakınlığında tanrısal bir şey vardır çünkü. ‘Ben’in sınırlarının zorlandığı, insanın kendi derisinden çıkıp ötekinin bedenine girmeye en çok yaklaştığı andır bu.

Ama bir düştür elbette. Zaman orada durmayacak, kimse başkasını tümüyle anlamayacak, hayat yine aynı telaş içinde devam edecektir. Yine de, konuşurken o düş gerçek olur. Yalnızca bir an için.

İşte o anda durmak isteriz.

Faust gibi bu düşe ‘evet’ deyip bencilliğimizden sıyrılmak ve ruhumuzu şeytanın elinden çekip almak isteriz.

No comments: