Showing posts with label dostoyevski. Show all posts
Showing posts with label dostoyevski. Show all posts

Sunday, November 27, 2011

Geç Kalmak



BirGün
27 Kasım 2011

Bazen gecenin bir saatinde uyanıp yatakta doğruluyorum. İçimde garip bir his oluyor. Sanki çok önemli bir şey olmuş da, kaçırmışım gibi. Belli bir saate uyanmam gerekiyormuş da, uyanamamışım gibi. Çocukluğumda geceyarısı yolculuğa çıkan, gitmeden önce beni uyandıracağına dair söz verip sonra da kıyamadığı için uykudayken öpüp giden babamı hatırlatıyor bu bana. Ya da Muhammed Ali maçlarını seyretmek için sabaha karşı ayağa dikilenlerin sesleriyle uyanıp yataktan fırlayışımı ve bütün eğlenceyi kaçırdığımı farkettiğimde ağlayarak yastığa kapanışımı.

Gecenin bir yerinde uyanıyorum ve anlıyorum ki hayatım boyunca hep geç kalmaktan korkmuşum.

Bütün hayatımı bu endişe üzerinden yaşıyorum. Nereye gidecek olursam olayım evden saatler öncesinden çıkmam, yollardan koşarak geçmem, her türlü buluşmayerine erken varmam hep bundan. Ne kadar istesem de geç kalamıyorum.

Bazen utanıyorum bundan. Aklıma kokteyllere, partilere, çok kişinin katılacağı toplantılara makul bir şekilde geç gidilmesini öngören o saçma kural geliyor. Bunun bana ilk kez anlatıldığı günü kızararak hatırlıyorum.Yine geç kalacağım korkusuyla, kendimi yarım saat öncesinden bir parti evinin kapısında bulduğumda, patavatsız biri güzelce bir ayar vermişti.

O partinin (daha nice partilerin) kasvetli anısı üzerime yapışmış duruyor. Bunu düşününce, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ından bir sahne geliyor aklıma. Yeraltı Adamı’nın arkadaşlarıyla buluşmaya geç gidebilmek için çılgınca uğraştığı, ama yine herkesten önce gidip diğerlerini beklemek zorunda kaldığı sahne bu.

Acıklı bir sahne aslında.Yeraltı Adamı seneler sonra uzun süredir görmediği okul arkadaşlarıyla buluşacaktır. Onların yanında kendini kenarda köşede kalmış, başkalarının ilgisine mazhar olamamış, anlaşılmamış biri gibi hissetmektedir. Beğenilme arzusu ile kibir birbirine karışmış, onu bu buluşmayı en ince ayrıntısına kadar planlamaya itmiştir. Hesaplarına göre salona herkesten sonra girecek, aldırışsız tavırlarıyla diğerlerinin beğenisini kazanacak ve onlara kim olduğunu sonunda gösterecektir.

Oysa olaylar hiç de böyle gelişmez. Gerçi Yeraltı Adamı bu buluşmayı büyük bir heyecanla beklemesine rağmen, kendini tutar ve salona planladığı gibi biraz geç gitmeyi başarır.Ancak bilmediği bir şey vardır. Planlar değişmiş, arkadaşları bir saat sonra buluşmaya karar vermiştir. Kimse tenezzül edip de onu aramayı düşünmediği için, bizimki yine erkenden gitmiş bir koltukta bekliyor bulur kendini. Bunun üzerine bütün dengesi bozulur, ardı ardına içkiler yuvarlayıp sarhoş olur ve geceyi hiç de ummadığı gibi tamamlamak zorunda kalır.

Ne kadar ince ince hesaplamış olsa da, arkadaşlarına hak ettikleri dersi verememiş, onlar üzerinde istediği etkiyi yaratamamıştır.

Yeraltı Adamı’nın çabası boşunadır aslında. O asla geç gidenlerden biri olamayacaktır. Bunun için önce aldırmaktan vazgeçmesi gerekir. Aldırmıyormuş gibi yapmakla olmaz, gerçekten aldırmamak gerekir. Geç kalmaktan korkmamak ancak böyle mümkün olabilir.

Dünya ikiye ayrılır: geç kalanlar ve erken davrananlar.

Geç kalmaktan korkmayanlar dünyanın hakimidir. Onlar ilişkilerin ağır tarafı, davulların tokmağı, halayların başıdır. Sahneye en son çıkarlar. Baş köşeye oturup erken gelenleri şöyle bir süzer, sonra da salına salına yürüyüp giderler. Endişeleri yoktur. Aslına bakarsanız, kollarında saatleri bile yoktur. Etraflarını saran tatlı bir zamansızlıkta yaşarlar.

Biz erken davrananlar ise dehşetle izleriz onları. Yaptıkları akılalır gibi değildir. Biz ki, geceleri uykumuzdan uyanıp acaba şimdi neye geç kaldık diye düşünürüz. Not defterleri alıp yapacaklarımızı yazarız bir bir. Sabahları zamanında kalkabilmek için saat kurarız. Sonra ona güvenemeyip ikincisi de kurarız. Telefona hatırlatma mesajı kaydeder, arada bir kontrol ederiz. Bizi tanımak hiç zor değildir. Geç kalma korkusuyla adımlarımızı sıklaştırır, gerekmese bile koşar adım yürürüz her zaman.

Ne var ki, hayat yine de uçar elimizden. Trenler kaçar, uçaklar kalkar, otobüsler geçip gider. Çocuklar büyür, mevsimler değişir, sevdiklerimiz ölür. Onların ardından bakakalırız. Hani birlikte sahile inip taş toplayacaktık? Lunaparka gidecektik bir gün? Hani hasta arkadaşımızı son bir kez ziyaret edecektik? Olmadı. Yetişemedik.

Oysa biz böyle olsun istemezdik.

Fotograf: Yusuf Sayman

Tuesday, December 08, 2009

İncelikler yüzünden



BirGün/ 16:10 15 Kasım 2009

‘Karamazov Kardeşler’ çok büyük bir romandır. Hatta belki de en büyüğüdür. Dostoyevski bu romanın içine dünyaları sığdırmıştır. Onun için oturup ‘bir roman, bir sahne’ oyunu oynuyor olsak, bu romanı anlatacak kişinin en iyi sahneyi seçebilmek için saatlerce düşünmesi gerekir. Bunu kabul etmekle beraber, hiç tereddüt etmeden en sevdiğim sahneyi söyleyebilirim: Babasını öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan Dimitri Karamazov, saatlerce süren mahkemede yorgun düşüp uyuyakalır. Uyandığında başının altına bir yastık konduğunu farkeder. O vakte kadar canla başla suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan Dimitri’nin gözleri dolar, yüzü aydınlanır ve minnet dolu bir sesle “Başımın altına yastığı kim koydu? Kimdir o iyi yürekli insan?” diye sorar. O kişi ortaya çıkmaz, ama Dimitri değişmiştir; suçsuz olmasına rağmen kürsüye yaklaşır ve her şeyi imzalamaya hazır olduğunu söyler. Bu küçücük şefkat anı çözülmesine neden olmuş, başka her şeyi önemsizleştirmiştir.

Bizi mahvedenin kabalıklar olduğunu zannederiz. Oysa, asıl incelikler yıkar hepimizi. Kabalık, içinde yaşadığımız, kendimizi hazırladığımız, hatta bir dereceye kadar baş etmeyi öğrendiğimiz bir şeydir. Dünya iyi bir yer değildir. Hayat acımasız, insanlar hoyrat, mutluluklar geçicidir. Bunu beş yaşında falan öğreniriz. Sonrası üç aşağı beş yukarı hep aynı terânedir.

Başta karşımızdaki insanların duyguları olmak üzere hayatta bir çok şeyi kontrol edemediğimizi farkederiz. Üstelik görürüz ki, bu hiç de az bir bilgi değildir aslında. “Öteki,” cehennemin ta kendisidir. Sartre, başka bir çok şeyde olduğu gibi, bu konuda da haklıdır.

Böylece zaman geçer. Yavaş yavaş katılaşırız. Hayata karşı donanmış, kötülüklere karşı zırhlanmış olduğumuzu düşünmek isteriz. Beklentilerimizi düşük tutar, her şeye hazırlıklı olmaya çalışarak yaşar gideriz.

Sonra birden, hiç beklemediğimiz bir yerden, bizi hiç tanımayan birinden bir incelik görürüz. İşte bu darmadağın eder bizi. Buna hazırlıklı değilizdir çünkü.

Kırk yaşına girdiğim gün hayatımın en kötü günlerinden biriydi. Neredeyse bir ay boyunca her gün yaptığım gibi, hastaneye annemi görmeye gitmiştim. Annem komadaydı. Yoğun bakımdaydı. Bizi yine içeri almadılar. Bir kez daha ‘her şeye hazırlıklı’ olmamızı söylediler. Babam, kardeşim ve ben hastanenin bahçesinde yine sessizce oturduk.

Eve dönerken, bir daha hiç bir doğumgünümde mutlu olamayacağımı biliyordum.

Ruhumla beraber bedenim de katılaşmış gibiydi. Her adım için düşünmem gerekiyordu. Bir robot gibi ilerleyerek dolmuşa bindim. Biri bana dokunursa paramparça olacağımdan korktuğum için öne, şöförün yanındaki koltuğa oturdum.

Güzel bir yaz günüydü. Haziran güneşi ön camda patlayıp dağılıyor, her şey fazla parlak, fazla canlı, fazla renkli görünüyordu. Işık öyle kuvvetliydi ki, canımı acıtıyordu. Dayanamayıp gözlerimi kıstım.

Bunun üzerine yanımdaki koltukta bir hareket hissettim. Yaşlıca bir adam olan şöför bana doğru uzandı, önümdeki güneşliği indirip gözlerimin hizasına gelecek şekilde ayarladı. Sonra hiç bir şey söylemeden işine döndü ve gözlerini yola çevirdi.
Güneşliğin üzerindeki aynada kendimi gördüm. Kızarmış ve kısık gözlerimi. Şöföre teşekkür etmek için ağzımı açtım. Ama sesim çıkmadı.

İşte o zaman ağlamaya başladım.

Her şeye hazırlıklı olduğumuzu zannederiz. Ama bir gün bir şey olur. Kırılırız.

İncelikler yüzünden.

Facilis Descensus Averno*


BirGün/ 15:11 05 Nisan 2009

Karamazov Kardeşler’in beşinci bölümünde anlatılan ‘Büyük Engizisyoncu’ adlı hikâye, Dostoyevski’nin elinden çıkmış en müthiş pasajlardan biridir ve romanın önemli meselelerinden biri olan özgür irade tartışmasının belkemiğini oluşturur.
İvan Karamazov tarafından nakledilen hikâye, 15’inci yüzyılda İspanya’nın Sevilla şehrinde yeniden ortaya çıkıp mucizeler yaratmaya başlayan İsa’nın, kendisini yakalayıp bir hücreye tıkan Büyük Engizisyoncu ile yaptığı son konuşmayı anlatır. Aslında İsa konuşma boyunca sessiz kalır. Konuşan yalnızca Engizisyoncu’dur ve özet olarak şunları söyler:
“İsa, onlara özgürce seçim yapma hakkını vererek insanları taşıyamayacakları kadar ağır bir yükün altına sokmuştur. Ama neyse ki, kilise zamanında davranıp bu yükü devralmış ve böylece kitlelere mutlu olma şansını tanımıştır. Şimdi İsa’nın yeniden ortaya çıkıp kilisenin işini bozmaya hakkı yoktur, çünkü, kilise şeytana uyduysa da, bunu İsa adına yapmıştır. İnsanları varoluşun ağırlığından kurtarmış, aynı İsa’nın yaptığı gibi, acıları kendi üzerine almıştır.”
Engizisyoncu’nun tiradını dinlerken, Dostoyevski’nin bize inceden inceye sezdirdiği şeyi hemen hissederiz: Varoluşun acılarını bertaraf etmek isteyen, varoluşun kendisini de gözden çıkarmış olur. Kilisenin yapmaya çalıştığı işte bu nedenle kabul edilemez.
Dostoyevski, ‘Büyük Engizisyoncu’da, yalnızca Katolik Kilisesi’ne değil, kendini meşrulaştırmak çabasında olan her türlü iktidara dair tutumunu ortaya koyar. Bu metin, tam da bu nedenle hiç eskimeyecek, her zaman güncel kalacaktır. Engizisyoncu, içi boşalmış bir dünyanın hükümdarıdır ve ruhaniliğe karşı dünyeviliği temsil eder. Başta kurumlaşmış din olmak üzere, bütün mutlak güçler dünyayı Engizisyoncu’nun gözünden görür: Bunlara göre, insanlık özgür iradesini kullanmayı değil, refahını garanti edenler tarafından yönetilmeyi tercih eder. Çünkü böylesi çok daha rahat, çok daha kolaydır.
Dostoyevski’nin Engizisyoncu vasıtasıyla tartıştığı inanç ve irade meselesinin hâlâ hayatımızın merkezinde durduğunu görebilmek için etrafınıza şöyle bir göz atmanız yeterli olacaktır. Çoğumuz için özgürlük, bir hediye değil, bir yük, hatta bir lanettir. Onun ağırlığı altında eziliriz. İstediğimiz şey özgürlük değil, hayatlarımızı kolaylaştıracak ve bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyecek bir mercidir. Onun için, yükü devredebileceğimiz birini bulur bulmaz ondan kurtuluruz. Üstelik bizi bu eziyetten kurtardığı için yükü devralana minnet de duyarız.
Kendini mutlak sayan iktidarlar, işte tam da bu görevi yerine getirir. Hepsi bir tür ‘devir-teslim’ mekanizması gibi işler. Özgürlük devralır ve karşılığında mutluluk vaad ederler. Adaletsizlikten, yoksulluktan, ekonomik krizlerden kurtulmanın yolları, onlara göre, koşulsuz bir teslimiyetten geçer.
Özgürlük havarisi gibi görünenler bile aslında alttan alta hep aynı şeyi söyler: Özgürlük mü istiyorsunuz? Biraz sabırlı olun! Önce yoksulları doyuralım, ekonomiyi düzeltelim, dış düşmanlara karşı memleketimizi güçlendirelim, sonra özgürlükten söz edebilecek hale geliriz. Ve bu an hiç gelmez. Çünkü hep halledilmesi gereken bir şey, sarılması gereken bir yara, savaşılması gereken bir düşman vardır.
İrade, ianeler ve tehditler arasında kaybolur gider.
Büyük Engizisyoncu’nun kurduğu ve korumak istediği dünya gibi, onlarınki de, aslında insanın bir seçim yapmak zorunda olmanın ağırlığından kurtarıldığı yerdir. Öyleyse, ‘yeryüzü cenneti’ diye sunulan şey, aslında cehennemden başka bir şey değildir. Evet, insanlar mutludur belki. Evet, belki karınları tok sırtları pektir. Dolaplarında kırık bulgur, sobalarında kömür vardır. Ama artık karınca yığınlarından farkları yoktur. Bir hareketle yön değiştirip, bir sinyalle geri dönebilirler. Engizisyoncu İsa’ya şunu söyler: “Bugün ayaklarını öpen halk, yarın, bir göz işaretiyle atılacağın ateşe odun taşımaya koşabilir.” Çünkü, iradelerinden vazgeçerken, Edward Wasiolek’in dediği gibi, esas hediyeyi, yani “hürriyetin verdiği insanî vakarlarını” kaybetmişlerdir.
Öyleyse, hayatı refaha ulaşmaktan ibaret zanneden yanılmaktadır.
Hayat bundan fazlasıdır.

• Latince, “Cehenneme giden yol kolaydır”.