BirGün Pazar
Çocukken
en çok duyduğum sözleri sıraya koysak, “Kenardan git, evladım” uyarısı
açık arayla birinciliği alırdı. Bunu diyen anneannemse eğer, doğası
itibarıyla endişeli biri olduğu için, işi şansa bırakmak istemez, “Sakın
yoldan ayrılma,” diye eklerdi pencereden seslenirken.
İzmir’de her şeyin bir kenarı suya baktığı için, bazen “Kıyıdan
kıyıdan git” dedikleri de olurdu. Ben de genellikle laf dinler, eski bir
balıkçı teknesi gibi dura kalka giderdim. Arada bir durmak
kaçınılmazdı. Yolda her zaman görülecek bir şeyler olurdu çünkü. Renkli
bir cam parçası, bir kaymak taş ya da gazoz kapağı.
Şimdi düşünüyorum da bu laf çocukluğumun özeti sayılır aslında.
Yoldan ayrılmak bizimkilere göre en tehlikeli şeydi. Benim içinse, esas
olan yolun ötesiydi. Orada dünya vardı çünkü. Bayramyeri’nde lohusa
şekerlerini üst üste dizip kule yapmış tatlıcılar, bin bir çeşit oyuncak
satan kırtasiyeciler, vitrinde rengarenk kurdeleleriyle tuhafiyeciler,
ustalarını memnun etmek için oradan oraya koşan çıraklar, boncuklu
perdesi davetkâr sesler çıkaran kasap dükkanının önünde yalanarak
güneşlenen kediler... Hepsi oradaydı. Yoldan çıkmak işten bile değildi.
Yine de İzmir’deki hayatım üç aşağı beş yukarı hep aynı yolun
üzerinde gidip gelerek geçti. Bir iki kez kıyıdan değil de açıktan
almışımdır körfezi, ya da benden beklenmeyen yerlere gitmişimdir belki,
ama genel olarak olaysız bir ilk gençlik geçirdiğim söylenebilir.
Mutedil dalgalı ve hafif rüzgarlı.
Esas yoldan çıkışım Boğaziçi’ne girdiğim seneye rast gelir. Yeni
bir şehir, yeni okul, yeni insanlar. Hepsinin üzerine bir de baş
döndürücü bir özgürlük hissi. Daha önce de yazmıştım, üniversitedeki ilk
senem zordu. Büyük bir kısmını, hayatımın yeni sınırlarını tanımaya
çalışarak harcadım. Her gün başka bir otobüse binip şehrin daha önce
görmediğim bir köşesine gidiyordum. Sonra aynı otobüsle okula geri
dönüyordum. O zamana kadar bütün hayatını aynı sokakta geçirmiş biri
için çok hareketli bir seneydi.
Duygusal olarak da bir yolculuktaydım aslında. Her şey çok hızlı
olup bitiyordu. Geceleri gözüme uyku girmiyordu. Gündüz olan bitene
anlam vermeye çalışıyordum çünkü. O vakte kadar bana öğretilenler
değerliydi ama her zaman işe yaramıyordu. Artık tek başına kalmıştım.
Kendi yolumu bulmam gerektiğini hissediyordum.
Bütün bunlar için uzun uzun kafa yormak gerekti. Bu kadar çok
düşününce, dersler falan güme gitti tabii. Bir de sevgilim oldu sonra.
Kanımca yoldan çıkmış biriydi. Uzun uzun çimenlerde oturduk.
Kitaplardan, filmlerden, ondan bundan söz ettik. Sonra o bana bir şiir
okudu. “Laleli’den dünyaya doğru giden tramvaydayız,” dedi. Baktım,
gözlerinde renkli hareler yanıp sönüyordu. Derken ben de yoldan çıkmış
oldum. Bir daha da kıyıdan gitmek mümkün olmadı.
Şimdilerde ise yolda kalmanın ancak kendi yolunu çizemeyenlerin
meselesi olduğunu düşünüyorum. Başka yolları düşleyemeyenlerin, o
yollardan ürkenlerin lafları geliyor aklıma. Onların hep birlikte ana
caddenin tekdüze ışıkları altında yürüdüğünü görür gibi oluyorum. Öyle
büyük bir cadde bile değil bu. Bir taşra kasabasının biricik caddesi
belki. Resmi bayramlarda devlet törenlerinin yapıldığı, sair zamanlarda
ortalığı sadece erkeklerden oluşan bir kalabalığın doldurduğu, asık
suratlı belediye binasının kaymakamlıktan birkaç durak ötede olduğu bir
cadde.
Bırakalım onlar kendi yollarında yürüsünler, diyeceksiniz. Ama bu
işler böyle olmuyor anlaşılan. İşte bize de parmak sallıyorlar şimdi.
Yoldan çıkmış olanlara. Belli ki hepimizi aynı “mecburiyet caddesine”
çağırıyorlar. Kadınlar dükkanların önünden başlarını eğerek koşar
adımlarla geçsin. Erkekler tespihini şaklatıp bıyık bursun onlara.
Gençler kızlı erkekli oturmasın, kimse yoldan çıkmasın. Ama yine de
çıkan olursa, babaları on sekiz kurşunla öldürsün onları, kardeşleri
aynı caddenin üzerinde sırtlarından bıçaklasın.
Bizi şimdi bununla sınıyorlar. Kitaplarımızı yasaklıyorlar,
hayatımıza burun kıvırıyorlar, gidişatımızı hiç mi hiç beğenmiyorlar.
Peki, ne yapacağız? Bütün zamanımızı onlara yeni itirazlar, yeni
cevaplar hazırlayarak mı geçireceğiz? Hayatımız hep onların belirlediği
eksende ilerleyen ve çoğu gereksiz olan bu tartışmaları yürüterek mi
geçecek? Ömrümüz uzun bir muhalefetten, neticesiz bir döngüden mi ibaret
olacak?
Böyle zamanlarda, aklıma Ursula Le Guin’in “Karanlığın Sol Eli”
adlı romanında muhalefet etmenin doğasına dair söyledikleri geliyor.
Romanda siyasi bir krizin yarattığı kısır döngüye nasıl çözüm
bulacaklarını tartışırlarken, karakterlerden biri “Çemberden nasıl
çıkılır?” diye sorar. Cevap çok basittir: Bir şeye karşı koymak onu
sürdürmektir. Asıl yapılması gereken bambaşka bir yol bulmaktır.
‘Bütün yollar Mişnori’ye çıkar,’ diye bir söz var burada. Elbette
Mişnori’ye arkanızı dönüp uzaklaşsanız da hala Mişnori yolundasınızdır.
Bayağılığa muhalefet de ister istemez bayağılık olur. Başka bir yere
gitmelisiniz, başka bir amacınız olmalı, o zaman başka bir yolda
yürürsünüz.
Ne kadar doğru! Mademki ana caddeden ayrılmışız, önce kendi önümüzü
görmeye çalışmalıyız. Bizim yolumuz engebeli ve zorlu bir yol çünkü.
Ana caddede yürümeye benzemez. Tehlikeli dönemeçlerle dolu. Ezbere
gidilen bir rota değil, her adımda dikkat edilmesi gereken bir yol bu.
Bu yolun haritasını biz çizeceğiz, taşını toprağını biz işaretleyeceğiz,
tabelalarını biz koyacağız. Boşa harcayacak zamanımız yok.
Muhalefet etmek isterken iktidarın yolundan gidenler olacaktır. Tam
ters istikamete doğru yürüyor gibi görünseler bile. Biz onların peşine
takılmayalım. Orası zaten yeterince kalabalık. Hem biz yürüyüp gideli
çok oldu. Ana yolları terk edeli, kendi yolumuzu seçeli çok oldu.
Boşuna beklemeyin, bir daha geri dönmeyeceğiz. Biz yoldan çıkanlar.
1 comment:
Yoldan çıkmanın şerefine!
Ellerinize sağlık, yazılarınızı severek takip ediyorum.
Post a Comment