BirGün Pazar
3 Mart 2013
Geçen hafta, eski
öğrencilerimden biri, rüyasında beni gördüğünü yazdı. Matematik dersi
veriyormuşum. Hiç şaşırmadım doğrusu! Sonuçta senelerdir ben de aynı kâbusu
görüyorum. Her dönem kan ter içinde uyanıyorum. Sonra okul başlayınca geçiyor. Fakat
bu sefer sınavda cebir yerine iktisat soruları sormuşum. Buna şaşırdım işte. Kendimden
bunu hiç beklemezdim.
Bir süre bu
fikirle gönül eğlendirdikten sonra (başkasının kâbusu olunca insan daha neşeli
olabiliyor), gerçekten iktisat sorusu sorabilir miyim, diye düşündüm. Sonra,
neden olmasın, dedim kendi kendime, o kadar matematik dersinden sonra, bunu da
yaparım alimallah!
Şaka bir yana,
iktisat ve edebiyat çok eğlenceli bir ders konusu olabilir. Üstelik insanın
“Kimi okutacağım acaba?” diye düşünmesine de gerek kalmaz. Para meselelerini
kendine dert edinen yazarların sayısı hiç de az değildir çünkü.
Kiminin işi budur
zaten. Dünyaya baktıkları zaman en genel haliyle bir “ev idaresi” görürler. Onlar
için insan,“homo economicus,” yani, klasik iktisat
teorisi'ndeki anlamıyla, kendisine her koşulda maksimum fayda sağlayan seçenegi
tercih eden, hep rasyonel davranan ve öncelikle çıkarlarını kollayan kişidir. Mesela kendisi de iktisat eğitimi almış olan
İngiliz yazar Fay Weldon, evlerini ve hayatlarını en ince detayına kadar tanzim
etmeye çalışan ama bu konuda başarısız olan insanları anlatır. Bunu yaparken
de, karakterlerinin harcadığı her kuruşun hesabını tutar, satın aldıkları her
şeyin fiyatını okuyucuya söylemekte ısrarlı davranır. Öyle ki, bir süre sonra
elinizde bir roman değil de uzunca bir alışveriş listesi ile Londra
sokaklarında dolaşıyormuş gibi hissedersiniz kendinizi.
Fakat bu konuda bambaşka
nedenlerle hassas olan yazarlar da vardır. Dostoyevski gibi mesela. Kendisi de
çok fakirlik çektiği için olsa gerek, yoksul karakterlerin hayatını anlatırken illa
ki çok ayrıntılı bilgiler verir bize: Kaç paralarının olduğunu, bunun ne
kadarını harcadıklarını, ne kadarını biriktirdiklerini, ne kadarını mektupla
kardeşlerine falan yolladıklarını... “Suç ve Ceza”da daha romanın başından
Raskolnikov’un cebinde kaç kuruş kaldığını öğreniriz. Onun daha önce tefeciye
bıraktığı saat için kaç para aldığını da biliriz. Marmeladov’un karısından
çalıp da içkiye yatırdığı paranın miktarını söyler bize, Dostoyevski. Sonya’nın
fahişelikten kazanıp üvey annesine verdiği paranın kaç kopek olduğunu da.
Thomas Mann’ın
para meselelerine eğilmesi ise yoksulluktan değildir. Orta sınıf hayatlara dair
hikayelerin virtüözü olan yazar, dahil olduğunu sınıfın zaaflarını
sergilemekten hoşlanır, hatta onlarla hep inceden inceye dalga geçer. Mesela
“Harika Çocuk” adlı hikâyesinde, konser salonunun şatafatını ve izleyicilerin rüküşlüğünü
ballandıra ballandıra anlattıktan sonra, okuyucuyu bilet ücretlerine dair
bilgilendirmeyi de unutmaz: Ön sıralar 12 marka satılmaktadır, çünkü emprezaryo
iyi olan her şeyin bedelinin yüksek olması gerektiğine inanmaktadır.
Zaten Mann’ın
karakterleri, sürekli bir gelir gider hesabı yapıp dururlar. Yine aynı öyküde,
bir iş adamının konseri dinlerken düşündüklerini aktarır bize anlatıcı:
“Sanat,” diye düşündü papağan burunlu işadamı, “Evet,
hayata neşeli bir şeyler eklediği doğru: Azıcık beyaz ipek, birazcık da
tımbır-tımbır. Gerçekten hiç de fena çalmıyor. Sadece önde elli koltuk var, her
biri 12 mark olsa, toplam 600 mark eder. Kirayı çıkar, elektriği ve matbaaya
ödenen parayı çıkar, toplam 1000 mark kâr bırakır bu. İyi iş valla!”
Yine de benim bütün bu para meseleleri içinde en çok
hoşuma giden, James Joyce’un “Ulysses”inde
Stephen Dedalus’un bir borç
hikayesini anlattığı bölümdür.
Romanın ortalarına doğru bir yerde –kesin konuşmak
gerekirse “Scylla ve Charybdis” adı verilen 9. Bölüm’de– Stephen, Milli
Kütüphane’de, aralarında şair George
Russell’ın da olduğu bir grup insana, Shakespeare’in oyunu “Hamlet” üzerine
teorilerini anlatmaktadır. Russell, onu Hamlet konusunda sıkıştırmaya
başlayınca, Stephen birden şaire bir pound borcu olduğunu hatırlar. Bu parayı
beş ay önce almış ve çoğunu Georgina Johnson aldı bir fahişenin döşeğinde
harcamıştır. (Roman karakterleri ekseriyetle böyle sefih yaratıklardır.) Şimdi
parayı ödeme zamanı gelmiş, hatta biraz geçmiştir bile. Fakat Stephen’in
borcunu ödeyecek parası yoktur. Bunun üzerine, ayaküstü bir hesaplaşmaya girer:
Bir yandan vicdanının “Borçlusun!” diyen sesine kulak verirken, öteki taraftan
da bu işten sıyrılmaya çalışır. Bunları düşünürken dâhiyane bir çözüm bulur.
“Dur hele,” der kendi kendine, “Beş ay oldu. Moleküller değişiyor. Ben şimdi
başka ben oldum. Bir lirayı alansa başka bir bendim.”
Stephen her ne kadar sonunda, anbean değişen bu biçimlerin altında yatan
bir “varlık” olduğuna karar vermiş, ve insan hafızasının bütün bu “ben”leri bağlayıp
tek bir kişi haline getirdiğini kabul etmişse de, bu tartışmanın en güzel
tarafının “değişen moleküller meselesi” olduğunu düşünürüm hep.
Ancak böyle bir iktisada ikna olabildiğim için mi? Belki.
Bilim adamlarının söylediğine göre, her yıl vücudumuzdaki
atomların neredeyse tümü yenileniyor. Bu hesaba göre ben geçen seneki ben
değilim artık. Acılar, üzüntüler ve pişmanlıklar gibi, geçen sene öğrendiğim
her şeyi de çöpe atıp yeniden başlayabilirim.
Kararlara, seçimlere, ya da onların yol
açabileceği irili ufaklı felaketlere dair endişe etmeme de gerek yok. Başka
birinin başına gelecek olduktan sonra, neden dert edeyim ki!
Hem böylece, Stephen gibi ben de, bütün bu “ben”ler
arasında bir süreklilik görebilirim belki. Mesela bu sayede, her dönem dersler
başlamadan art arda kâbuslar gören kişinin,
sınıfa girdiği andan itibaren cengaver kesilen şu çokbilmiş şahısla aynı
insan olduğunu kabul etmeyi başarabilirim.
Yoksa bütün çabalar boşuna.
No comments:
Post a Comment