Showing posts with label umberto eco. Show all posts
Showing posts with label umberto eco. Show all posts

Monday, February 25, 2013

Aşk, barış ve birtakım başka şeyler...

BirGün Pazar
24 Şubat 2013

Sevilen bir televizyon yarışması var. Eşler birlikte yarışıyorlar. Herkes birbirine ha bire “Hadi aşkım, yaparsın aşkım,” deyip duruyor. Sonra oturup acı biber falan yiyorlar. Hayli sinir bozucu bir durum. Bir arkadaşım anlattı, bu laf yarışmanın alâmetifarikası olmuş artık. Hatta bir keresinde sunucu yarışmacılara bir oyunu nasıl oynayacaklarını gösterirken, seyirci hep bir ağızdan tempo tutmuş, “Aşkım! Aşkım!” diye.

Halkımız böyledir. Fırsatı ele geçirince hiç acımaz, ortalığı karnavala çevirir.

Ne var, diyeceksiniz, üç beş kişi birbirine “Aşkım” dese dünya mı yıkılır? Yıkılmaz elbette. Ama, kabul edelim, çok rabıtalı da durmaz. Öyle bir aşamadayız ki, artık manavdan ceza avukatına kadar herkes birbirine böyle hitap ediyor: “O elmalar yaramaz, sen alma aşkım!” ya da “Bize yirmi sene verdiler! Ama üzülme aşkım, temyize götüreceğiz.” Abarttığımı düşünebilirsiniz tabii. Ama bence bu noktaya sandığınızdan çok daha yakınız. Geçenlerde, bir kasiyer kız paramın üstünü arkamdan yetiştirirken aynen şöyle dedi bana: “Bunu unuttun aşkım ya!” Kendimi dükkandan nasıl dışarı atacağımı bilemedim.

Hiç gülmeyin. Bir gün size de çıkabilir.

Hâlâ endişemin yersiz olduğunu düşünenler varsa, şöyle izah edeyim: Aslında sıkıntım sözcüklerle namuslu bir ilişki kurma arzusundan kaynaklanıyor. Bir gün gerçekten bu lafa ihtiyaç duyacağımız durumlar oluşabilir diye düşünüyorum. İşte o zaman ne yapacağız? Sırılsıklam aşık olanlar ne diyecek mesela? Bir şeyi kemiklerine kadar hissetmeden söyleyemeyenler? Ya da hissetse de söyleyemeyenler? Hayatında yalnızca bir kere “aşkım” diyebilecek insanlar tanıyorum. Peki ya onlar ne olacak? 

Bunları düşünürken, Umberto Eco’nun postmodern edebiyat kuramını anlatırken kullandığı bir örneği hatırladım. Şöyle bir durumu hayal etmemizi ister bizden: Adamın biri eğitimli bir kadına aşık olmuştur ama ona “Seni deliler gibi seviyorum” diyemez, çünkü Barbara Cartland bunu daha evvel kullanmıştır. Pembe sabahlıkların, tüylü terliklerin ve krepelenmiş sandra saçların kraliçesi, en şömineli sahnelerde en yavan karakterlere aynen bu lafı söyletmiştir. Onun için bu ifade bayatlamış ve anlamını yitirmiştir. Adam kadının bunu bildiğini bilir. Kadın da adamın kendisinin bunu bildiğini bildiği için harekete geçemeyeceğini bilir. Böylece umutsuz bir durumun içine sıkışıp kalırlar. Ancak yine de bir çözüm olasılığı vardır, der Eco. Adam kadına dönüp şunu söyleyebilir: “Barbara Cartland’ın da diyeceği gibi, seni delice seviyorum.”

İtalyan kuramcı bu örnekle bize şunu anlatmaya çalışır: Sözcüklerin masumiyetini korumak mümkün olmadığına göre, onları ne olduklarını açıkça göstererek, yani kirlenmiş ve perişan hallerinin altını çizerek kullanmaktan başka bir çaremiz yoktur. Aksi takdirde, biz de aynı sığlığın bir parçası haline gelebiliriz.

Adam aşkını bu şekilde ifade ettiğinde, “hem masummuş gibi yapma sahteliğinden kaçınmış, hem artık öyle bir masumiyetin olanaksız olduğuna işaret etmiş, hem de kadına onu sevdiğini söylemeyi başarmıştır.” Evet, adam bu sevgiyi masumiyetin kaybolduğu bir çağda söylemektedir. Ama Eco’ya göre, bu ifadenin samimiyetinden şüphe etmememiz gerekir. Kaldı ki, kadın bu ilan-ı aşkı kabul ederse, mesaj her şeye rağmen yerini bulmuş olacaktır.

Aşk gibi barış da içi boşaltılmış sözcüklerden biri. Barış getirmek iddiasıyla yapılan işleri düşününce aklınıza üniformalı ve eli silahlı adamların gelmesi tesadüf olabilir mi? ABD’nin Irak’ı “barış ve demokrasiyi sağlamak üzere” işgal ettiğini, BM Barış Gücü operasyonlarının herhangi birini (benim aklıma hep Somali’de ateş açılan okul geliyor), ya da ülkemizde barış adına yapılanları hatırlamak bile, bu sözcüğün ne kadar yıpranmış olduğunun kanıtı olarak alınabilir.

Peki ya savaşların birinci dereceden mağdurları ne olacak? Onların barış isteme hakkını nasıl koruyacağız? Çatışmaların acılarını çekenler, yerlerinden yurtlarından olanlar, kardeşlerini çocuklarını bu yolda kaybedenler, herkesten önce barış sözcüğünü ağızlarına alma hakkına sahip değil midir? Ülkeyi dolaşıp dertlerini anlatmaya, acılarını paylaşmaya, kanın durmasını istemeye hakları yok mu?

Öyle olmuyor anlaşılan. Karadeniz’de olanlarla da gayet güzel gördük ki, barış istemenin bedeli bu memlekette çok ağırdır. Bu hafta, aralarında BDP’li milletvekillerinin de bulunduğu Halkların Demokratik Kongresi heyeti, Sinop'ta saldırıya uğradı. Heyet, yaklaşık 9 saatin ardından, polis panzerleri eşliğinde mahsur kaldıkları binadan çıkarıldı.

Bu korkutucu süreci hepimiz nefeslerimizi tutarak izledik.

HDK heyeti, Karadeniz ziyaretlerine barış sürecine destek aramak amacıyla çıkmıştı. Ama seslerini duyurmakta zorlandılar. Onun yerine daha fazla şiddet isteyen öfkeli bir grupla karşılaştılar.

Peki, barış isteyenler hangi dili kullanacak? Barışı nasıl talep edecekler? Bu sözcük, bu kadar bol keseden kullanılmışken, onu yeniden anlamlı kılmak mümkün mü? Bu kadar yanlış yerlerde, yanlış insanlar tarafından, üstelik hiç de hissedilmeden söylenmişken, onu bir kez daha kendimizin yapabilir miyiz?

Bu yazıyı Umberto Eco’nun kulaklarını çınlatarak bitirmek en iyisi.

Gönlüm her zaman şiddetsiz bir dünyadan yana olmuştur. Düşmanlıkların ve uzlaşmaz ayrılıkların bize fayda sağlayacağına inanmıyorum. Onun için barış istiyorum. Türkiye’de huzur içinde dostça yaşayalım istiyorum.

Tıpkı devlet büyüklerimizin ve siyasetçilerimizin dediği gibi.



Saturday, January 23, 2010

Editörüm çok yaşa!


BirGün Kitap Eki
23 Ocak 2010

Umberto Eco'nun ‘Foucault Sarkacı'nda yarattığı eşsiz karakter Jacopo Belbo’nun roman boyunca aldığı notlardan çıkarılacak ders şudur: editörler sanıldığı gibi düşkırıklığına uğramış ‘rate’ yazarlar değil, daha çok metinlerin arkasındaki gizli kahramanlardır.

Sarkaç’taki çok sevdiğim pasajlardan biri, Belbo’nun Shakespeare ile ‘Hamlet’in ilk kopyası üzerine konuştuğunu hayal ettiği bölümdür. Belbo, güya amatör bir oyun yazarı olan Shakespeare’in kendisine verdiği elyazmasını okumuş ve bir takım aksaklıklar bulmuştur. Konuşma boyunca, metni ufak ufak düzeltir ve bildiğimiz haline getirir. Karşısında mahçup, edilgen ve hafif bön bir Shakespeare hayal eder. Ne kadar iddialı ve yetenekli olursa olsun, editörünün önünde boynu kıldan ince olan yazarın resmidir bu.

“William S. ile görüşülecek.

- Çalışmanıza göz attım, fena değil. Gerilim, düşgücü, dramatik öge var. İlk yapıtınız mı?

- Hayır. Daha önce başka bir trajedi yazmıştım, Veronalı iki sevgilinin öyküsü.

- Bu yapıtınızdan söz edelim, Bay S. Neden Danimarka’da değil de Fransa’da? Sözgelimi söylüyorum, büyük bir çaba gerektirmez, iki üç adı değiştirmek yeter: Chalons-sur-Marne şatosunu, Elsinore şatosu yapabilirsiniz örneğin... Kierkegaard’ın gölgesinde, protestan bir kuzey ortamında, bütün bu varoluşsal gerilimler…

- Belki de haklısınız.

- Sanırım. Ufak tefek biçimsel düzeltmeler de gerekebilir: bir iki küçük dokunma, berberinizin ensenize ayna tutmadan önce, bir iki makas çırpması gibi... Örneğin, babanın hortlağı. Niçin oyunun en sonunda beliriyor? Ben olsam başa alırdım. Öyle ki, babanın uyarısı, genç prensin davranış biçimine hemen egemen olup annesiyle çatışmaya itsin onu.

- İyi fikir bence. Yalnızca bir sahnenin yerinin değiştirilmesi yeter.

- Tastamam öyle. Son olarak, biçem. Rastgele bir bölümü alalım; işte genç adamın sahne üzerine çıkıp eylemle eylemsizlik üzerine düşünmeye başladığı yer, bu bölüm gerçekten güzel, ama yeterince güçlü gelmiyor bana. ‘Eyleme geçmek ya da geçmemek? Benim sorunum bu. Düşmanca yargıya boyun eğmeli miyim yoksa?’ Niçin ‘benim sorunum’? Ben olsam, ‘sorun bu’ dedirtirdim ona; sorun bu, anlıyorsunuz değil mi? Onun kişisel sorunu değil, varoluşun sorunu. Olmakla olmamak arasındaki seçenek yani.”


Bu bölümü gülümsemeden okumak mümkün değildir. Belbo, dünyanın bütün editörleri adına, şunu söyler gibidir: Editörler olmasaydı, ‘Hamlet’ bile sıradan bir oyun olarak kalır, unutulur giderdi. Bir esere en son halini veren ve onu mükemmelleştiren editörlerdir. Metni bütün çapaklarından ayıklamak, acemiliklerini yok etmek, hatta kimi zaman tamamen yok olup gitmesine engel olmak editörlerin görevidir.

Kafka’nın editörü Max Brod olmasaydı, şu anda elimizde herhangi bir Kafka metni olmayabilirdi. Max Brod, yalnızca Kafka’nın yazmaya devam etmesini sağlamakla kalmamış, onunla bir ömür boyu sadakatle mektuplaşmış, kimi eserlerinde kimi bölümlerin yerinin değiştirilmesini önererek üslubuna katkıda bulunmuş ve son olarak yazarın vasiyetini yerine getirmeyip eserlerini yakmayı reddederek hepsinin bugün elimize ulaşmasına vesile olmuştur.

Aynı şekilde, kendisi de bir yazar olan A. J. Liebling, bir gün kapısına dayanan orta yaşlı bir kadının zorla eline tutuşturduğu yemek lekeleriyle bezeli elyazmasını reddetmediği için, bugün ‘Alıklar Birliği’ dünyanın dört bir yanında okunuyor. Tek bir roman yazıp onun da basıldığını görmeden 32 yaşındayken intihar eden John Kennedy Toole’un huysuz ve komik karakteri Ignatius Reilly, bir editör sayesinde aramızda yaşayabiliyor.

Çok zor zanaattir editörlük. İğneyle kuyu kazmaya benzer. İyi bir kitabı kötüsünden ayırt edebilecek beceriye sahip olmak yeterli değildir. Aslında bu işin en kolay kısmıdır: bir kitabın basılamayacağına karar verirsiniz ve olur biter. Peki basılabilecek kitaplar? İşte bu kitapları okuyucuya sunulabilir hale getirmek için geçilmesi gereken zorlu bir süreç vardır. Neler çıkarılacak, neler olduğu gibi bırakılacak, neler eklenecek, değil mi ama? Bunların hepsine editörler karar verir. Üstelik metni değiştirilecek diye ödü kopan, hatta arada bir sinirleri zayıflayıp histeri krizleri geçiren egosu büyük yazarların isteğine hilafen yaparlar bunu. Cesurdurlar da yani. Ya da iyi bir editörün öyle olması gerekir en azından.

Çoğu kadar jiletçidir ki, kendileri yazmaya soyunamazlar bir türlü. Çünkü kendi metinlerini de kesip biçip paramparça edebileceklerini bilirler ve buna gönülleri razı olmaz. Bu nedenle, “en iyi yazarlar, hiç yazmayanlardır,” diyenin bir editör olması kuvvetle muhtemeldir. Ve kıskançlığından değil, olsa olsa mükemmeliyetçiliğinden demiştir bunu.

Fakat gerçek bir editör yine de bir tür yazar sayılır bence. Belbo’nun da dediği gibi, editörler aslında başkalarının kitaplarını yeniden yazan insanlardır. Sadece bunun böyle olduğunu sağda solda söylemezler. Çünkü geride durmak bu mesleğin şanındandır.

Tuesday, December 08, 2009

YANLIŞ OKUMALAR


BirGün/ 15:07 09 Ağustos 2009

İtalyan yazar Umberto Eco; Orta Çağ uzmanı, göstergebilimci, felsefeci, edebiyat eleştirmeni ve şu anda aklıma gelmeyen daha bir sürü şeydir. Ama ben onu en çok bir ‘satirist’ olarak severim. Yergi söz konusu olduğunda, Eco’nun üstüne yoktur gerçekten.
Yazarın bu konudaki becerisinin en iyi örneklerinden biri, 195961 yılları arasında ‘II Verri’ adlı bir edebiyat dergisi için kaleme aldığı bir dizi yazıdır. Eco, bu yazılarda her şeyi fazla entelektüel bir hale getirerek tamamen anlaşılmaz kılan akademisyenlerle gönlünce dalga geçer. Çok eğlenerek yazdığı belli olan bu denemeleri 1963 senesinde ‘Diario Minimo’ (Yanlış Okumalar) adı altında bir kitapta toplamıştır.
‘Yanlış Okumalar’ birbirinden farklı birçok fragmandan oluşur. Kimileri gerçekten eğlencelidir. Amerika kıtasının keşfi, ayda atılan ilk adım tadında naklen anlatılır (‘Denizciler için küçük, ama Katolik Efendimiz için dev bir adım’); Nabokov ve RobbeGrillet gibi kimi yazarların parodileri yapılır; içlerinde İncil ve Kapital’in de bulunduğu kimi kitapların yayınevleri tarafından yetersiz bulunarak geri çevrilişini belgeleyen bir takım hayali red mektupları listelenir vs.vs. Ama benim için en unutulmaz olanı, gelecekte bir vakitte uzaylı bir akademisyenin, dünyadaki uygarlıktan geriye kalan ıvır zıvırı değerlendirerek yeryüzü kültürüne dair fikir yürütmeye çalıştığı, elindeki malzemenin yetmediği yerlerde de hayalgücüne başvurduğu o müthiş bölümdür. Bu antropologtarihçinin eline ‘Günümüzün ve Geçmişin Hit Şarkıları’ adlı eserden bir bölüm de geçmiştir. Geleceğin akademisyeni, ünlü Hollywood müzikali ‘Singing in the rain’ için aynen şunları yazar: ‘Öyle görünüyor ki, bu şarkılar, doğaya yakarıların dile geldiği bereket ayinlerinde yağmur duası olarak kullanılıyordu: “I’m singing in the rain (yağmurda şarkı söylüyorum)… it’s a glorious feeling (harika bir duygu)…” Genç kızlardan oluşan bir koronun bu ilahiyi söylediğini hayal etmek hiç de zor değil.
‘Yanlış Okumalar’, şöyle der gibidir aslında: Bir metin değişik şekillerde okunabiliyorsa ve tek bir doğru okumadan söz etmek mümkün değilse, o zaman yorum sınırsız bir şey midir? Eco, bu kitapta şakacı bir edayla sorduğu bu soruya, neredeyse otuz sene sonra yazdığı ‘Yorum ve Aşırı Yorum’da ciddi bir yanıt verir ve yorumun sınırsız olabileceğine dair görüşleri çürütürken, her metnin bir ‘doğası’ olduğu ve ‘meşru’ sayılabilecek her yorumun mutlaka bir şekilde bu doğayı aydınlatma teşebbüsünde bulunması gerektiğini söyler. Eco’ya göre, kimi okumalar yetersiz, kimi okumalar da diğerlerine göre daha aydınlatıcıdır. Aynı sebeple, kimi okumalar da metinle ilişki kurmakta tamamen başarısız oldukları için düpedüz yanlış sayılmalıdır.
Yaz sıcağında sınav kağıtları ile boğuştuğum şu günlerde Eco’yu ne kadar muhabbetle andığımı söylememe gerek var mı? Her dönem öğrencilerimin bir kısmı, tek ve mutlak bir okumadan söz edilemeyeceğini anladıkları andan itibaren, kendilerini relativizmin bulanık sularına bırakırlar. Okudukları metne dair söyleyecekleri her şeyin ‘doğru’ olabileceği hissine kapılıp işkembei kübradan sallamaya başlarlar. Sonuçta sınav kağıtlarında her zaman Eco’nun ‘Yanlış Okumaları’nı aratmayacak nitelikte bir şeyler olur: Hemingway’in tasvirden daha kolay diye diyalog yazdığını iddia edenlerden tutun da, Faulkner’ın güneyli bir kadın olduğunu zannedenlere; bol isimli Çehov kişilerinin her ismine ayrı ayrı birer karakter analizini layık görenlerden, Kafka’nın bir hayvan hakları savunucusu olduğunu düşünenlere kadar ne ararsanız bulunur.
Senelerdir sınavlarda yapılan bu gafları listeleyip sınıfa yolluyorum. Beraberce gülüyoruz. Hatta bu listeye girmenin ayrıcalıklı bir durum olarak algılandığına bile şahit oldum. Ama ben bu ‘özgün yorumları’ sadece eğlenelim diye toplamıyorum. Çok öğretici de oluyorlar aslında. Hemen hepsi edebiyat dışındaki disiplinlerden gelen öğrencilerime, bir metni okumanın kuralları olduğunu ve onların sandığı gibi ‘serbest okuma’ yapılamayacağını anlatmama yardımcı oluyorlar.
Hükümet bir süredir Kürt sorununa çözüm için aydınları bir araya getiriyor, çalıştaylar düzenliyor, DTP ile görüşüyor. Bu konuda siyaset sahnesinin ileri gelenleri tarafından yapılan kimi yorumları okuyunca, birisi de politikacılara benimki gibi bir liste hazırlasa ne iyi olur diye düşünmekten kendimi alamadım.