Monday, January 11, 2010

Pandora’ya Bir Geçit


BirGün 10 Ocak 2010

Başkasını kendimiz gibi bilebilir miyiz? Öteki benim gibi biri midir? Yani başka bir ‘ben’ midir? Eğer öyleyse, birbirimizi anlamamız mümkün müdür?

Bu sorulara, E. M. Forster ‘Hindistan’a Bir Geçit’ adlı romanında pek ümitli olmayan bir yanıt verir. Roman, 20. yüzyılın başında Britanya İmparatorluğu'nun yönetimindeki Hindistan'da, İngiliz Moore ailesi ile genç Müslüman doktor Aziz arasında başlayan ilişkiyi anlatır. Ancak, bir takım yanlış anlamalar sonucu, Aziz kendini sonunda taciz suçlamasıyla işgalci İngilizlerin mahkemesinde bulur. Seneler sonra ailenin oğlu Ralph ile Aziz bir tesadüf eseri yeniden karşı karşıya geldiklerinde, dost olup olamayacakları sorusuna Aziz şöyle cevap verir: “Hayır, henüz değil.”

Uzun zamandır okuduğum en ilginç ‘bilim-kurgu’ romanının yazarı olan Mary Doria Russell’ın cevabı ise çok daha serttir. Russell’in bol ödüllü ilk romanı ‘Serçe,’ 21. yüzyılda bir grup Cizvit rahibinin misyoner olarak Rakhat adlı gezegene gidişini anlatır. Cizvitler, yalnızca din adamı olarak değil, bilimsel çalışmaları yürütmek için de bu misyona katılmışlardır. Hikaye hepimiz için tanıdıktır: beyaz adam başka dünyalardaki başka kültürlerin insanlarıyla karşılaşacak, onları önce tasnif edecek, sonra da ehlileştirecektir. Bu, Forster’ınki gibi kolonyal bir hikayenin, geleceğe ve bir başka galaksiye taşındığı bir öyküdür.

‘Serçe’deki öncü grup, hepsi birbirinden sevecen ve dost canlısı insanlardan oluşur. Onlara hemen ısınırız. İyi niyetlerine inanır, amaçlarına sadık olduklarını düşünürüz. Yazar da onları sevebilmemiz için özel bir çaba gösterir. Zarar vermek gibi bir niyetleri yoktu, der kitabın başında. Ama zarar verirler. Dünyadan gelen ekip, getirdikleri tarım teknolojileri ve özgürlükçü fikirleri ile Rakhat'taki doğal ve toplumsal dengeyi alt üst eder. Gezegenin paryaları olan Runalarla, yönetici sınıfı oluşturan Jana'atalar arasında kanlı bir mücadele başlar ve bu durum Cizvitler de dahil olmak üzere herkes için felaketle sonuçlanır.

İyi niyetli olmak yeterli değil, der gibidir Russell. Hatta belki de şunu söyler bize: Öteki benim gibi biri değildir. Öteki tam da benim gibi olmayandır. O, benim anlayamayacak olduğumdur. O zaman, onunla kurduğumu sandığım iletişim tamamen bir yanılsamadır. Öteki ile kurabileceğim her türlü diyalog bir yanlış anlama ile sonuçlanacaktır. Zaten kitaba adını veren ‘Serçe,’ yani romanın ana karakteri Emilio Sandoz da, benzeri bir yanlış anlamanın kurbanı olacak ve ‘düşecektir.’ Oysa, İncil’e göre, Tanrı iradesinin dışında tek bir serçe bile düşemez.

Bu nedenle, Emilio da tanrının onu bıraktığını, dahası tanrısız bir evrene düştüğünü düşünür ve inancını kaybeder. Fakat, Emilio’nun düşüşü yalnızca tanrının kendisini terkettiği kuşkusundan değildir. O, aynı zamanda şunu da anlamıştır: öteki ile konuşmak mümkün değilse, o zaman belki de hiç konuşmamak, tamamen sessiz kalmak en doğrusudur. Emilio’nun sırtında iki kambur birden vardır artık: Tanrının mesajının ağırlığı kadar, onu başkalarına ulaştırmanın imkansızlığını da taşımaktadır.

‘Serçe’yi okuyalı çok oldu. Ona geri dönmemin sebebi ise, biraz şekerli bir iyimserlikle önümüze çıkarılan yeni ‘Öteki’ hikayesi: AVATAR. Filmin çokça beğenildiğini, büyük övgüler aldığını biliyorum. Bu övgülerin bir kısmını elbette hak ediyor. Kaç tane Amerikan filmi biliyorsunuz ki, Amerikalılar ‘alien’ (dış dünyadan gelen yabancılar) olarak tarif edilsin? ‘Ben’ ve ‘öteki’ film içinde yavaş yavaş ters yüz edilip yer değiştirsin ve esas adam ‘öteki’ olsun? Ya da en garibi, filmin sonunda Amerikalı seyirci kendi uçakları düştükçe pek bir sevinip gönensin? Bunun ne kadar hınzırca bir olay örgüsü olduğunu düşünürsek, AVATAR’ı ayakta alkışlamamız gerekir.

Fakat itiraf etmeliyim ki, ben bu konuda Forster ve Russell’a daha yakın duruyorum ve onlarla aynı şüpheyi paylaşıyorum: ‘Öteki’nin hikayesini dinlemek demek, onu kendi hikayemiz üzerinden anlamak/anlatmak anlamına gelmez mi? Ya da daha da önemlisi, ‘Öteki’ ile hemhâl olmak mümkün müdür? Filmin kahramanı Amerikalı asker Jake Sully’nin Pandora adlı gezegende geçirdiği dönüşümün masalsı hikayesi beni tavlasa da, filmin mesajını düşündüğümde bu iyimserlik halinden rahatsız oluyorum. Kahramanımızın, yerli halk Naviler’in arasına karışıp ormanın bir parçası haline gelmesini dokunaklı buluyor olabilirim. Ama bu ‘Öteki’nin şeklini almanın, onunla ‘bir’ olmanın ve bir kültürü ‘yanlış anlamalar’dan arınarak benimsemenin mümkün olduğuna inanmama yetmiyor.

Ne yapalım? Bu da benim çekincem olsun.

No comments: