Tuesday, March 02, 2010

'Kaptan Körk Olmak İstiyorum!'


‘Kaptan Körk olmak istiyorum!’, diye bağırdı küçük kız parmağını deli gibi havada sallayarak. Öteki eliyle de habire gözüne düşen saman sarısı kahküllerini çekiştirip duruyordu. Hemen yanında duran tombul oğlan, ‘I ıh’, dedi, ‘Bugün Atılgan oynamıcaz’. Kızın peşinden koştuğu için nefes nefese kalmıştı. Yanakları kızardı bunu söylerken.

‘Onun adı Atılgan diil, Uzay Yolu’, dedi kız. Sonra ellerini, kendisine birkaç beden küçük geldiği için sıska bacaklarının bir kısmını açıkta bırakan kırmızı pantalonunun ceplerine soktu. Ceplerden birinin üzerinde yıkana yıkana solmuş bir Uçan Fil Dumbo çıkartması vardı. Ellerini yüzünden çekince saçları yine gözüne girdi. Bu sefer burnuna doğru üfleyerek havalandırmaya çalıştı onları.

Dört çocuk, sokağın girişindeki camekanlı evin gölgeli bahçesinde toplanmış, kaldırımı kavuran güneşten kaçabilmek için taş duvarın dibinde sıralanmışlardı: üç oğlan, bir de küçük kız.

Tombul oğlan kızdan yana bir daha baktı. Onun kendisine sırtını döndüğünü farkedince, bıkkın bir şekilde omuzlarını silkti ve cebinden bir paket leblebi tozu çıkarıp yemeye başladı. Hepsinin en büyüğü gibi görünen uzun boylu çocuk, kızı duymadı bile – ya da duymamış gibi yaptı. Bir süredir büyük bir dikkatle, yere eğilmiş toprağı düzeltmekle uğraşan kıvırcık oğlanı izliyordu. Kıvırcık, duvarın dibindeki nemli toprağı önce bir çubukla eşeledi, sonra ufak ama becerikli elleriyle taşları ayıklamaya başladı. Uzun boylu çocuk cebindeki bilyeleri şıkırdatarak onun etrafında dolaştı bir zaman. Sonra gidip sırtını hemen arkalarındaki manolyanın yaşlı gövdesine dayadı.

‘Muhammed Ali şaane, oğlum’, dedi, ‘Dün gece bi yumruk koydu Rusun gözüne, adam hop yerde’.

‘Müslüman ya, ondan’, diye mırıldandı kıvırcık olan. Sonra tombul oğlana dönerek seslendi ‘Bobo, yardım etsene ya!’

‘Bana Bobo deme, keçi’, dedi tombul olan leblebi tozu paketinden çıkan küçük plastik kaşığı tehditkar bir şekilde sallayarak, ‘Uzuna söylesene. Sıra onundu’.

Kaşık ancak bir plastik kaşık kadar korkutucu görünüyordu. Ama tombul oğlan buna aldırmadı. Kaşığı bir kılıç gibi sallamak hoşuna gitmişti. Havaya bir iki daire daha çizdi. Kendi etrafında dönerken ‘vızzt vızzzztt’ diye sesler çıkarıyordu. Kızın küçümser bir bakışla kendisini izlediğini farkedince kaldırdığı toz bulutunun içinde öylece kalakaldı. Utanmıştı.

‘Kaptan Körk olmak istiyorum’, dedi kız bir kez daha.

‘Olamazsın’, dedi Uzun.

‘Neden?’, diye üsteledi kız.

‘Sen kızsın da ondan’.

‘Olsun’, dedi kız. Yüzüne düşen saçları sabırsız sabırsız üfledi yine. ‘Kız Kaptan Körk olurum ben de’.

‘Kaptan Körk benim’, dedi kıvırcık olan.

‘Ben de Muhammed Ali’yim’, diye bağırdı Uzun ve yerinde bir lastik top gibi zıplamaya başladı, ‘Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım’.

‘Sen Spak’sın’, dedi kıvırcık, ‘O da doktor, Doktor Bobo’. Gırtlağına bir düdük yerleştirilmiş gibi kesik kesik güldü.

‘Kıvırcık keççççiiii’, dedi tombul oğlan ‘ç’yi patlatarak. Alınmış gibi görünmüyordu. Yine elindeki leblebi tozuna gömüldü.

‘Zaten bugün Atılgan oynamicaz’, dedi kıvırcık ve tartışmanın bittiğini göstermek ister gibi ayağa kalkıp çamur içindeki ellerini pantalonunun arkasında temizledi. Kemerine bağladığı keseyi çözdü; içinden bilyeleri çıkarıp düzgün bir hat halinde yere dizmeye başladı.

‘Hadi oğlum’, dedi Uzun’a, ‘Meşeleri görelim’.

Uzun, biraz tereddüt ettikten sonra cebinden bir avuç bilye çıkarıp yerdekine uzattı. Kıvırcık, bilyelere şüpheyle göz gezdirdi.

‘Amerikan nerde? Hani geçen gün benden ütmüştün?’

‘Kaybettim’, dedi Uzun ve yine yerinde zıplayıp havayı yumruklamaya başladı.

‘Yalancı’, dedi kız.

‘Sen sus, fare surat’, diye tısladı Uzun.

‘Öteki cebinde’, dedi kız kararlı bir sesle. Sonra ellerini pantolonunun ceplerine tıkıştırıp ağacın dibine oturdu.

‘Valla, kaybettim oğlum ya’, dedi Uzun, ‘inanmazsan bak işte!’ Ceplerini ters yüz edecekmiş gibi yaptı. Sonra da vazgeçmiş gibi yaptı ve kızın bulunduğu yere doğru hiddetli bir bakış fırlattı. Kız da gözlerini şaşılaştırıp dilini çıkardı karşılık olarak.

Tombul oğlan cebinden büyük ve parlak renkli bir bilye çıkararak kıvırcığa uzattı.

‘Keçi, al bu da Amerikan. Baş bu olsun’.

Kıvırcık bilyeyi bir süre inceledi, sonra özenle sıranın başına yerleştirdi. Oğlanlar kimin başlayacağına karar vermek için toprağa bir çizgi çekip atış yaptılar. Sıra tombul oğlana geldiğinde ‘Tavuk götü’, diye bağırdılar hep bir ağızdan. Sonunda Uzun kazandı ve oyun başladı.

Oğlanlar oyuna dalıp onun varlığını unutunca kız yavaş yavaş doğruldu yerinden. Üstünü başını silkelemekle oyalandı bir süre. Belki kendisini farkeden olur umuduyla biraz uzunca tuttu bu temizlik işini. Sonra omuzlarını düşürüp bahçeden çıktı, karşıdaki eve doğru yürümeye başladı.

Aralanmış pencereden dikiş makinesinin ritmik sesi yayılıyordu sokağa. Yaşlı bir kadın gibi bacaklarından eliyle kuvvet alarak aşınmış taş merdivenleri tırmandı, eve girdi. Etrafına hiç bakmadan pencereye doğru yürüdü, alışkın hareketlerle pervaza tırmandı ve çöp gibi bacaklarını demir parmaklıkların arasından aşağıya sallandırdı. Dikiş makinesinin sesi kesildi. Ninesinin, ‘Yine mi oraya tünedin?’, diye seslendiğini duydu ama aldırmadı. Arkasındaki gölgeli küçük odadan dikiş makinesinin huzur verici düzenli tıkırtıları duyuldu yeniden. Sonra ses yine kesildi. Ninesi, yanındaki sedirde dağ gibi yığılmış şeker çuvallarının üzerine bir yenisi fırlattı ve dizinin dibinde duran kumaş topundan bir parça daha kesip makineyi yeniden çalıştırdı.

Kız, dalgın dalgın pantalonunu sıyırdı ve dizindeki virgül şeklindeki yaranın kabuğunu kaşıyarak sokağı izlemeye başladı. Karşıda, duvarın dibinde oyun devam ediyordu. Oğlanlar namaz kılar gibi eğilip kalkıyor, birbirlerini dürtüyor ve bağırışıyorlardı.

Uzun boylu oğlan, kısa pantalonunun içinden çıkan sıska bacaklarının üzerinde yaylandı. Sonra yere eğilip afili bir şekilde nişan aldı ve kurşun gibi fırlattı bilyeyi. Bilye yuvarlandı – hayır, yuvarlanmadı, uçtu sanki – ve gidip en başta duran parlak Amerikan’ın göbeğinde patladı. Uzun, ‘Baş!’, diye bağırarak havaya zıpladı ve hiç vakit kaybetmeden koşup bilyeleri ceplerine doldurmaya koyuldu. ‘Yine abandın oğlum ya!’, diye vızıldandı kıvırcık olan. Tombul hayalkırıklığı içinde içini çekti. Sonra kıvırcığı yerdeki küçük taşları tekmelerken bırakıp kızın bulunduğu yere doğru seğirtti.

Sokağı koşarak geçti. Kızın oturduğu pencerenin altındaki bir karış gölgeye sığındı. Duvara sırtını dayayıp yere oturdu. Kız, oğlanı görebilmek için başını iyice yana eğdi ama, demir parmaklıkların arasından yalnızca meşin rengi bacaklarının ucunda sallanan mavi bez pabuçlarını görebildi. Pencerenin altından derin derin nefes sesleri duyuluyordu.

‘Leblebi tozu ister misin?’ dedi kızın bacaklarının arasında birden beliriveren kocaman bir kafa.

Kız durdu, oğlanın gözlerinin içine baktı aptal olup olmadığına karar vermek istermiş gibi. Sonra heceleyerek bir kere daha söyledi: ‘Kap-tan Körk ol-mak is-ti-yo-rum ben’.

Oğlan omuzlarını silkti. Cebinden bir leblebi tozu kutusu daha çıkarıp üstündeki ince pembe kağıdı söktü, kaşığı dikkatlice cebine yerleştirdi ve kutudakileri olduğu gibi ağzına boşalttı.

Kız, bir eliyle yanındaki sardunyaların arasına gizlediği hazinesini şöyle bir yokladı. İçinde deniz kabukları, irili ufaklı rengarenk camlar ve gazoz kapakları bulunan bulunan bez torba, birbirinin içine geçmiş sık yaprakların arasında öylece yatıyordu. Ninesi bu torbayı onun için özel olarak dikmiş ve kenarına da eski bir elbiseden söküp çıkardığı vişne rengi sutaşını iliştirmişti. Oğlana şüpheyle baktı. Sonra torbayı iyice kuytu bir köşeye iterek ‘Burası benim pencerem’, diye terslendi.

Oğlan hiç aldırmadı. ‘Teğmen Ufura olabilirfin’, dedi sonra leblebi tozlarını bir bulut halinde püskürterek.

Kız bu öneriyi tarttı bir süre. ‘Uhura zenci ama’, dedi sonunda.

‘Sen sarışınsın’, diye kabul etti oğlan. ‘İstersen uzay canavarı ol’. Leblebi tozuna bulanmış ağzıyla uzun uzun güldü. Bu fikir çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu.

‘Sensin canavar’, dedi kız. Ama o da güldü. Uçları pürtüklü kocaman dişleri ortaya çıkınca hemen eliyle ağzını kapattı.

‘Sana neden fare surat diyorlar?’

‘Fare suratlıyım da ondan’, dedi kız ağzını mümkün olduğu kadar az açmaya gayret ederek. Sonra söylediğini kuvvetlendirmek için başını birkaç kez salladı.

‘Yok. Güzelsin sen.’

Oğlan söylediğinin ayıp bir şey olduğunu farkedince kıpkırmızı kesildi. Yavaşça kayıp pencerenin altına saklandı yine.

Kız yine başını eğip aşağıya baktı. Boş bir leblebi tozu paketinden başka hiçbir şey görünmüyordu. Kocaman bir gülümseme ağzından yanaklarına, oradan da gözlerine doğru yayıldı. Bu sefer eliyle ağzını kapatmadı. Onun yerine, hala dikiş makinası tıkırtılarıyla dolu olan odaya doğru döndü ve ‘Anaaaanee’ diye seslendi, ‘Ben sokağa çıkıyorum’. Sonra çiçeklerin arasındaki torbayı kaptığı gibi odadan fırladı ve merdivenlerden zıplayarak sokağın aydınlığına doğru koştu.


---

Not. Bu eski öykü, Kaptan Körk olmayı isteyip de olamamış bütün kız arkadaşlarım için. 8 Mart vesilesiyle...

No comments: