Monday, December 28, 2009

Sağda uygun bi yerde…


BirGün 27 Aralık 2009

Geçen pazar gecesi feci bir yağmurun altında Tünel’den Taksim’e doğru yürüyordum. Şimşekler çakıyor, uzun süredir gördüğüm en büyük yağmur yağıyordu. İstiklal Caddesi neredeyse bomboştu. Anlaşılan, herkes bir yere sığınmış yağmurun dinmesini bekliyordu. Ben de bir yandan böyle bir havada dışarı çıkma gafletinde bulunduğum için kendime kızıyor, bir yandan da şemsiyemin kontrolünü kaybetmemeye çalışıyordum. Onu iki elimle sıkı sıkı tutmuş yüzümde patlayan rüzgara karşı bir silah gibi doğrultmuştum. Önümü falan gördüğüm yoktu. Körlemesine ilerliyordum.

Sonra birden sancak tarafımda ufak tefek bir adam peydah oldu. İki eliyle kapişonunu tutarak şemsiyemin altına giriverdi. “Çok ıslandık. Biraz böyle gelsek” dedi dili dolaşarak. Böyle çoğul konuşunca gayri ihtiyari yanında başka biri var mı diye baktım. Sonra anladım ki, arkadaş İngiltere kralları gibi kendinden ‘biz’ diye söz edenlerden. Ondan uzaklaşabilmek için bir iki zigzag yaptım. Nafile. Bana mısın demedi. Adımlarını benimkine uydurup şemsiyemin altında yürümeye devam etti. Bu adam sarhoş falan olabilirdi ama asla aptal değildi. Ben gözlerimi açıp “Hayırdır?” deyince omuzlarını silkti ve “Dolmuş değil mi? Ücreti neyse veririz” dedi. Güldüğümü görmesin diye kafamı çevirdim. Adımlarımı iyice hızlandırdım. Böyle bir müddet yürüdük. Sonra baktım olmuyor, “Ben sizi sağda müsait bir yerde bırakayım,” dedim. Pek memnun olmadı. Ama dolmuş değil mi? Kaptanın dediği olur. Gönülsüzce şemsiyenin altından çıkıp uzaklaştı.

Eve gelip saçımı başımı kuruttuktan sonra oturup düşünmeye başladım. Böyle şeyler neden hep benim başıma gelir? Neden bütün sarhoşlarla deliler beni bulur? Bir keresinde Beşiktaş’ta bir meczup ‘Bir atkım bile yok’ diye bağırarak üstüme yürümüş ve bir öğrencimin benim için ördüğü kaşkolumu kapıp götürmüştü. Vermiştim tabii. Direnmenin anlamı yoktu. O, atkı istemek için gözüne beni kestirmişti. Tıpkı yağmur altında otostop yapmak için benim şemsiyemi seçen o adam gibi.

Kediler ve mendilci çocuklar da (ki bu ikisi tamamen aynı prensibe göre işler) önce bana gelirler. Eskiden Ankara’da Sakarya’da bir gözlemeci vardı. Önü hep sokak çocuklarıyla dolu olurdu. Ne zaman gözleme alacak olsam, bunlardan bir tanesi fırlayıp önüme dikilir, elimdekini isterdi. Onu verir, bir tane daha alırdım. Bir çocuk daha peydah olur, tamamen aynı sahne tekrarlanırdı. Bir keresinde, artık canıma tak etmiş olacak ki, ‘Vermeyeceğim’ dedim. O zaman bu çocuklardan biri, bana doğru uzandı ve kirli elleriyle gözlememi iyice bir mıncıkladı, ‘Yiyesin o zaman şimdi’ dedi. Yüzüne bakınca, ona karşı hiç bir şansım olmadığını anladım. Gözlemeyi bankın üzerine bırakıp uzaklaştım.

Bunları yazarken, aklıma ‘Tutunamayanlar’daki bir bölüm geliyor: hani Selim’in ‘kitabî’ biri olduğunu kabul ettiği şu meşhur tiradı: “Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz.”

Bu böyledir gerçekten de, manavlar hemen anlar yüzünüzden uyanık biri olup olmadığınızı. Ve her ne görüyorlarsa suratınızda, dolduruverirler çürük çarık domatesleri, elmaları, şeftalileri kesekağıdının içine. Sizin manava inanıp inanmamanız hiç önemli değildir. Manav sizi bilir. Üç kilometre öteden tanır ve ona göre davranır.

Çünkü siz hayatı kitaplardan öğrenmişsinizdir. Başkalarını incitmekten korkarsınız. Onun için hep biraz ürkek bakarsınız. Efendimli, lütfenli konuşursunuz. Bir şey isterken ‘rica ederim’ dersiniz. Özür dilersiniz. Üstelik bazan gerekmediği halde yaparsınız bunu. Dalkavukluktan, ricacılıktan ya da kibarlık budalalığından değildir bu tavrınız. Öylesinizdir. Diğer çocuklar sokakta oynarken, siz evde o kitapları okuya okuya böyle olmuşsunuzdur. Ona göre davranırsınız.

Oğuz Atay’ın dediği gibi, kitap okumanız manavın sizi aldatmasını engellemez. Hatta bunu gerektirir. Ama bu iş çürük sebze meyveyle bitmez. Kimsenin farketmediği şeyleri görür olursunuz. Başkaları için görünmez olanlar size görünür.

İşte o zaman şehrin hayaletleri peşinize takılır; sarhoşlarla deliler, kedilerle mendilci çocuklar gelip sizi bulur. Zamanla buna alışır, yaşar gidersiniz.

2 comments:

Anonymous said...

deliler bu anlamda hayatı daha katlanılır kılıyor

Meltem Gürle said...

Evet. Onun için -- bu yazıda ne kadar hissediliyor bilmiyorum ama -- biraz da gurur duyuyorum onlar tarafından seçiliyor olmaktan. Demek ki, başkalarınınki yerine benim hayatımı biraz daha katlanılır hale getirmeyi tercih ediyorlar, diye düşünüyorum.