15 Ekim-Dünya Hapisteki Yazarlar Günü
Bundan bir kaç sene önce, okul saatini beklerken Beşiktaş’ta Kamburun Bahçesi’nde oturmuş ders hazırlıyor, bir şeyler okuyordum. Yanımda kütüphaneye iade etmek için taşıdığım bir dolu kitap vardı. O zamanlar orada çalışan Veli bey, şekersiz duble çayımı getirip önüme koydu. Veli bey hâzâ beyefendidir. Asla bir densizlik yapmaz, kibarlığından hiç bir zaman taviz vermez. Sanki Kambur’da garson değil, Şanzelize’de metrdotel falandır yani. Ama o gün hem ikram ettiğim poğaçayı kabul etti, hem de eliyle yanımdaki sandalyede duran kitap torbasını şöyle bir tarttı. “Ağırmış bunlar, hocam” dedi.” “Çok biriktirmişim de ondan” dedim ben de bilmiş bilmiş. Bana şöyle bir baktı, sonra “Cezası da ağır olur bunların,” deyip göz kırptı. Sonra poğaçasını temiz bir peçeteye sarıp uzaklaştı. Ben de Veli bey gibi bir adamın göz kırptığına mı şaşırayım, söylediği kallâvi lafa mı bilemedim. Bir süre öyle şaşkın şaşkın bakındım.
Oysa şaşırmamam gerekirdi aslında. Veli bey haklıydı. Kitabın tehlikeli bir şey olarak görüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bizim ülkemizde, kitap yazmak bir yana, okuyana bile terörist muamelesi yapıldığı olur. Kitap yazanların ise başlarına neler geldiği malum. Bu ülkede yaşayan herkes, ülkenin önde gelen fikir adamlarının, yazarlarının, şairlerinin, gazetecilerinin yolunun illa ki hapishanelerden geçtiğini bilir. Kimler kimler yoktur ki bu listede? Neredeyse aklımıza gelen her yazar oraya bir uğramıştır.
Ama bunların arasında beni en çok sarsan hikaye İsmail Beşikçi’ninkidir. Kürt meselesine dair araştırmalar yapan bir sosyolog olan Beşikçi, öyle görünüyor ki, bu ülkenin en tehlikeli insanıdır. Neredeyse bir seri katil gibi muamele görmüştür. Yalnızca ve yalnızca yazdıkları sebebiyle, sekiz kere cezaevine girip çıkmış ve yaşamının 17 yılını hapishanelerde geçirmiştir. 1979 yılında (ben daha çocukken ve onun kim olduğunu bile bilmezken) içeri girmiş ve yirmi sene sonra (yetişkin bir kadın haline geldiğimde) ancak salıverilmiştir. 1999 yılında uygulamaya konan sınırlı afla tahliye olduğunda hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası vardır. Yayımlanan 36 kitabından 32'si “zararlı” bulunmuş ve Türkiye'de yasaklanmıştır.
Bunların hepsini arka arkaya yazmak kolay belki. Ama idrak etmek aynı derecede kolay olur mu? Ya yaşamak, o kolay olmuş mudur dersiniz?
Geçtiğimiz hafta, Hapisteki Yazarlar Günü, bütün dünyada etkinliklerle anıldı. İsmail Beşikçi’nin de onur üyesi olduğu Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN)’nin en etkin gruplarından biri olan Hapisteki Yazarlar Komitesi, her sene 15 Kasım’da dünyanın dört bir yanında düzenlediği aktivitelerle cezaevlerindeki yazarlar ile ilgili sorunlara dikkat çekmeye gayret ediyor.
Ülkeyi saran demokrasi havasına rağmen, Türkiye’nin 173 ülke içerisinde Dünya Basın Özgürlüğü Sıralaması’nda 102. sırada bulunması, basın özgürlüğüne yönelik müdahalelerin pek de azalmadığını gösteriyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay’ın yaptığı açıklamaya göre, şu anda Tekirdağ’dan Mardin’e ülkenin her bir yanındaki cezaevlerinde yatan 33 gazeteci ve yazar var.
Gerçek şu ki, bir çok vakada, yazarlar hapse atılmıyorlar ama senelerce süren uzun davalara maruz bırakılıyorlar. Sonuç hapis olmasa bile, yasal süreç o kadar uzun sürüyor ki, yalnızca maddi değil psikolojik olarak da yıpratıcı oluyor. Öyle ki, insan esas sebep belki de budur diye düşünmeye başlıyor: belki de bütün bu davalar yalnızca yazarları sindirmek amacıyla yürütülüyor. Türkiye’de şu anda devam eden 70 kadar böyle dava var. Hepsi ifade özgürlüğü ile ilgili. Bunların büyük bir kısmı muhtemelen hapis değil para cezaları ile sonuçlanacak. Ama bu yolda çekilen eziyet her zamanki gibi bakî kalacak. Üstelik bütün bunlar, yalnızca davaların muhataplarına değil, sırada bekleyen yazarlara da verilmiş bir gözdağı olacak.
No comments:
Post a Comment