Tuesday, December 08, 2009

‘MAVİ FENER’İ ARARKEN


BirGün/ 16:40 18 Ekim 2009

Geçenlerde kafeteryada yemek sırasında beklerken eski bir öğrencimle karşılaştım. Birlikte yemeye karar verdik. Biraz o anlattı, biraz ben söyledim. Sonra laf lafı açtı ve kitaplardan söz etmeye başladık. Bana sevdiği bir yazarı önerdi. Bir Rus yazar: Victor Pelevin. Kimi öykülerinden, romanlarından söz etti. ‘Mavi Fener’deki öykülerden birini, en büyük hayali bir bisiklete dönüşmek olan kulübenin hikayesini anlatışını dinlerken, birden bu konuşmayı daha önce yaptığımız hissine kapıldım. Aynı diyaloğu kelime kelime tekrar ediyor gibiydik. Bunu ona söyledim. “Hayır. Bunu daha önce konuşmadık. Böyle olsaydı mutlaka hatırlardım,” dedi ve genç bir insanın hafızasına duyduğu güvenle ekledi, “Ben hiç bir şeyi unutmam.”
Onunla vedalaştıktan sonra, aklımda Pelevin ve bu garip konuşma olmak üzere kütüphaneye doğru yürüdüm. Hafızam hayatımın hiç bir döneminde parlak olmamıştır. Ama şu aralar iyice kötüledi, diye düşündüm. Artık olup biteni unutmakla kalmayıp yalancı hatıralar da mı üretmeye başlamıştım acaba? Bu konuşmayı daha evvel yaptığımızdan neredeyse emindim. O zaman kütüphaneye gidip ‘Mavi Fener’i aramış mıydım? Bunu hatırlayamadım. Ama bu sefer mutlaka bakacaktım.
Kütüphaneye girince sakinleşir gibi oldum. Boğaziçi’nin kütüphanesi evim gibidir. Orada kendimi güvende hissederim. Öğrenciliğimden beri düzenli bir şekilde gidip geldiğim için, hangi kitap nerededir üç aşağı beş yukarı bilirim. Hatta artık kimi rafları ezberlediğim için, bazı kitapları numaralarına bile bakmadan elimle koymuş gibi bulurum. Rus edebiyatının yerini biliyordum. Kataloğa bakmak zahmetine katlanmadan, büyük bir güvenle üst kata tırmandım. Rafların arasında dolaşmaya başladım.
Ama bir gariplik vardı. Raflardaki kitaplar tanıdık gelmiyordu. Elimde olmadan ürperdim. Hiç bir şey aynı değil gibiydi. Bilgisayarın başına geçip ‘Mavi Fener’in kodunu not ettim. Tamam. Bildiğim gibiydi. Rus edebiyatı rafında olmalıydı. Bir daha baktım. Rus edebiyatının yerinde yeller esiyordu. Onun yerini bir takım mühendislik kitapları almıştı. Tedirginliğim iyice arttı. Endişe içinde en iyi bildiğim raflara doğru seyirttim: İngiliz edebiyatı, felsefe… Hiç biri yerinde yoktu. Gözlerime inanamadığım için dönüp dolaşıp aynı yerlere bir daha bir daha baktım.
Neredeyse ağlamaklı bir halde kütüphane masalarından birine çökmek üzereydim ki, halimi farkeden memurlardan biri yanıma yanaştı ve kütüphanenin yenilendiğini, kitapların yavaş yavaş üst kata taşındığını söyledi. ‘Rafları etiketleme işlemini henüz tamamlayamadık ama aradığınız kitabı yukarıda bulabilirsiniz’ dedi. Onu dinlerken, geçen hafta posta kutuma düşen ve kütüphanede yeni bir bölümün açıldığını duyuran mesajı hatırlayıverdim. Evet, bu her şeyi açıklıyordu. Kitapların yeri değişiyordu, hepsi buydu. Rus edebiyatı havaya uçmamıştı, İngilizlere halel gelmemişti, felsefe bölümünde de Hegel ve Schopenhauer birbirlerine dudak bükerek hala aynı rafta yan yana duruyorlardı. Bunda insanın içini rahatlatan bir şey vardı.
Kütüphaneden elim boş çıktım. ‘Mavi Fener’ kütüphanede kayıtlıydı ama anlaşılan biri benden önce davranıp almıştı. Telaş içinde bunu farketmemiştim. Yine de bunun keyfimi bozmasına izin veremezdim. Nasıl olsa her şey yoluna girmişti artık.
Kantinde çayımı içerken, kitapları yerinde bulamayınca verdiğim tepkinin şiddetini düşündüm. Yıllardır aynı işi yaptığı için hiç tereddüt etmeden alıştığı raflara doğru yürüyen bedenimin başka kitaplarla karşılaşınca uğradığı şaşkınlığı. Bir kaç adım gerileyip raflara yeniden bakışımı. Gözlerime inanamayarak bir daha bir daha kontrol edişimi. Ve olan bitene anlam veremediğim için duyduğum kaygıyı.
Birden gözümün önüne yaşlılıktan buğulanmış yeşil gözleri ile bana tanımadan bakan anneannem geldi. Hep şaşkındı son zamanlarında. Hep sorar gibi bakıyordu. Ölümünden kısa bir süre önce, hastanede birlikteydik. Bir ara bana döndü, hafızasını delik deşik eden Alzheimer’in zerre kadar etkileyemediği kibarlığıyla “Sizi çıkaramadım. İsminiz nedir?” diye sordu. Boğazıma bir şey oturdu. Ama onu cevapsız bırakamazdım. Boğazımı temizleyip ismimi söyledim. Bu tesadüfe inanamayarak o güzel gözlerini açmış: “Benim torunumun da ismi aynı,” demişti.
O şaşkınlık. O kaybolmuşluk hissi. Aynı rafa yeniden ve yeniden bakmanın boşunalığı. Hiç bir şeyi ait olduğu yerde bulamamanın yarattığı düşkırıklığı.
Bir an için anlar gibi oldum.
Anneannem, kendi ‘Mavi Fener’ini sonsuza dek kaybetmişti.

No comments: