Tuesday, December 08, 2009

Kitaplarda ne buluruz?

BirGün/ 16:24 12 Temmuz 2009

Kitaplar seyir defteri gibidir. Kendilerini okuyanların hikâyesini anlatırlar.
Bunun içindir ki, okunmuş kitap severim ben. Kitaplarımın çoğu sahaflardan alınmıştır. Kütüphaneyi de bu nedenle sık sık kullanırım. Başkalarının elinin değdiği kitaplar daha ilginç, daha canlı gelir bana.
Neler çıkmaz ki kitapların içinden! Siyah beyaz fotoğraflar, kurutulmuş çiçekler, sinema biletleri, konser programları, biniş kartları, gönderilmemiş mektuplar, ders sırasında arkadaşlara yazılmış notlar, hesap pusulaları, hatta kimi zaman bir kenara sıkıştırılıp unutulmuş beş on lira…
Kütüphaneden kitap aldığım zaman ilk önce şöyle bir karıştırır, benden önceki okuyuculardan kalan izleri ararım. Yemek izleri her zaman gülümsetir beni. Çünkü ben de kitap okurken yiyenlerdenim. Bunu en son söylediğimde, bacak kadar bir oğlan çocuğu, ‘Çok okuduğun belli oluyor’ demişti. Herhalde bu tecrübeden ders alıp şöyle demeliyim: Ben de yerken okuyanlardanım. Fena bir şey değildir. Diyelim ki tek başınıza bir öğle yemeği yiyorsunuz, hemen kitabınızı tabağınızın bir kenarına sıkıştırır ve bir yandan ağzınıza bir şeyler doldururken bir yandan da okumaya devam edersiniz. (Ağzınızı tutturmak önce biraz zor olur, çatalı gözünüze sokmaya kalkabilirsiniz; ama sakın yılmayın, zamanla alışırsınız.) Tabii kitapta bir takım lekeler oluşur. Benim çocukluk kitaplarımda bolca zeytinyağlı barbunya lekesi vardır mesela. O zaman da çok sevdiğim bir yemekti nitekim.
Arada bir eski bir kitabımı elime aldığımda, sayfalarının arasında öğrenciliğimden kalma bir şeyler bulduğum olur. Geçenlerde bir nedenle Ibsen’in oyunlarına el attım ve karşıma en esaslı arkadaşımın bende geçirdiği bir gece ertesinde yazıp masamın üzerine bıraktığı bir not (eskilerin deyimiyle, pusula) çıktı. Yaptığım yemeği övüyor, uykum ağır diye benimle dalga geçiyor, beyaz hırkamı ödünç almak zorunda kaldığını söylüyor ve notu şöyle bitiriyor: ‘Sizinle tekrar görüşmek beni çok memnun edecek, şayet siz de benim bu temiz duygularıma karşılık verebilirseniz.’
Yine bir sahaftan aldığım ve iki cildine tam onbeşbin lira saydığım Maupassant öykülerinin içine bir elektrik faturasının fotokopisini koymuş ve arkasına da ‘Bu kitapları aldığım için ödeyemediğim faturanın resmidir’ diye yazmışım. (Bu olaydan hemen sonra bir frankofon arkadaşım, kendisine okulda zorla okutulan Maupassant için elektriksiz kalmayı göze alıyor olduğumu görünce dehşete düşecek ve faturamı ödeyerek beni endişeden kurtaracaktı.)
Bir ders kitabının içinden, 1988 senesinde İstanbul Müzik Festivali’ne gelerek büyük heyecan uyandıran Modern Jazz Quartet’in konser davetiyesi çıktı. Konserden çok o dönem IKSV’de çalışan ve bu davetiyeyi bana ayarlayan arkadaşımı hatırlıyorum. Ona karşı hayatımın en büyük gaflarından birini yapmıştım. Konserde o kadar iyi vakit geçirmiştim ki, yemedim içmedim ve teşekkür etmek için hemen ertesi sabah onu aradım. Telefonu babası açtı. Eski usul terbiye görmüş efendiden bir adamdı. Karısıyla beraber geç sayılabilecek bir yaşta edindikleri tek çocuklarının üstüne titriyorlardı. Arkadaşımın hiç de adeti olmamasına rağmen bir önceki gece eve gelmediğini söyledi. Endişeliydi. Ama nezaketi elden bırakmayıp ona bir mesajım olup olmadığını sordu. Ben de mümkün olan en kibar sesimle ‘Dün gece harikaydı! Hemen teşekkür etmek istedim. Oğlunuza bunu iletir misiniz?,’ deyiverdim. Ahizenin öbür ucunda anlam veremediğim bir sessizlik oldu. Sonra bir şeyler geveleyip kapattık. Nasıl bir saçmalık yaptığımı neden sonra fark ettim. Fakat olan olmuştu tabii. Temiz duygularına karşılık isteyen esas arkadaşım bu salaklığıma aylarca gülmüştü, ama ben çok utanmış, oğlanın yüzüne bir daha bakamamıştım. Davetiyeyi seneler sonra yeniden görünce ateş bastı, o günkü gibi kıpkırmızı oldum.
Yine de en iyi hatırladığım anlar, kitapların arasından çıkan fotoğraflarla mektuplara dair olanlardır. Bir keresinde sahaftan alınmış bir felsefe kitabının içinde 1941 senesinde Berlin’den İstanbul’a yollanmış bir telgraf bulmuştum. Mesajı yollayan, İstanbul’daki kuzenlerine ailesiyle birlikte Amerika’ya göç edeceğini bildiriyor, vardığı zaman onlara haber ulaştıracağının sözünü veriyordu. O aile Amerika’ya varabilmiş midir hala merak ederim.
Fotoğraflar ise en beklenmedik anlarda, en umulmadık yerlerden çıkarlar. Bir iki gün önce kütüphanede uzun süredir gözüme kestirdiğim bir Doris Lessing romanını arıyordum. Romanı sonunda elime geçirdim diye çocuk gibi sevindim. Yıpranmış cildine bakılırsa bolca el değiştirmişti. Eski alışkanlıkla, kitabın arkasını okuduktan sonra sayfaları şöyle bir karıştırdım. İçinden bir resim düştü. Tanıdık bir yüz. Bir kadının yüzü. Hep gülerken görmeye alışık olduğum bir arkadaşımın azıcık mahzun ama insanın yüreğini burkacak kadar güzel bir fotoğrafı. Muhtemelen bir dalgınlık anında kitabın arasına sıkıştırılmış ve orada unutulmuştu. Fotoğrafı olduğu yerde bıraktım. Sahibinden habersiz çıktığı bu yolculuğa hakkı var gibi görünüyordu. Ona engel olmak istemedim.

No comments: