Tuesday, December 08, 2009
Düşlüyorum, öyleyse varım
BirGün/ 14:15 22 Mart 2009
Can Yayınları tarafından düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü bu yıl romancı İhsan Oktay Anar’a verilecek. Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Jale Parla, Nüket Esen, Semih Gümüş ve Enis Batur’dan oluşan Seçici Kurul’un gerekçesi şöyle: “Edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları, bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslubu nedeniyle ödüle layık görülmüştür.”
Bu gerekçeye katılmamak mümkün değil. İhsan Oktay Anar çok iyi bir yazar. En iyilerden biri. Ben bazen, kendine başka bir uğraş bulur da yazmayı bırakıverir diye korkuyorum mesela. Öyle ki, tanış olsak arada bir yoklayıp bakalım yazıyor mu diye kontrol edeceğim. İlk okuduğumda, keskin zekâsı, mizah duygusu ve sonu gelmeyen göndermeleri yüzünden ‘vurdukça açılan’ metinleriyle, bana Umberto Eco’yu hatırlatmıştı. Üstelik Eco ile aynı entelektüel zaafları taşıyordu: Gösterişli bir dille yazıyor ve tarihten felsefeye, denizcilikten müziğe herhangi bir konuda bilgisini göstermekten hiç çekinmiyordu. Ama Eco gibi Anar’ı da sevmeye dünden hazırdım çünkü yazdıklarını okumak bana büyük keyif veriyordu. Üstelik başta kendisi olmak üzere her şeyle dalga geçebildiğine göre, anlaşılan öyle kasıntı biri falan değildi ve kitaplarını yazarken pek eğleniyordu.
Bütün bunlar bir yana, Anar’ı benim gözümde benzersiz kılan ve ona gıptayla karışık bir hayranlık duymama neden olan bir başka şey vardı: Sınır tanımazmış gibi görünen ve insanı her romanında bir kez daha ağzı açık bırakan müthiş bir hayalgücü. Hayalgücü, her yazarın elinde başka bir renk alır. Hepsi onu eserin başka bir yönünü kuvvetlendirmek için kullanır. Modern roman karakterlerin iç dünyasına odaklanırken, post-modern roman kurguyla daha çok ilgilenir mesela: aynı sebeple, Oğuz Atay’ın düşgücü karakterlerinin zihnini okuyucuya açmaya konsantre olmuşken, İhsan Oktay Anar’ın imgelemi insanın aklından çıkmayan durumlar yaratmaya odaklanır genellikle. Karakterleri de o durumlarla bağlantılı oldukları ölçüde hatırlarız. ‘Efrasiyabın Hikâyeleri’nden biri olan ‘Güneşli Günler’deki vampir müdürü hikâyenin geçtiği 50’li yılların taşrasındaki klostrofobik atmosferden bağımsız düşünmek mümkün müdür mesela? Eski Ahit’i bilmeden ‘Amat’taki Kırbaç Süleyman Efendi’yi, Yeni Ahit’e geri dönmeden ‘Suskunlar’daki Zahir’i tanıyabilir miyiz? Hele hele Bünyamin’in kendisinin de içinde bir karakter olarak bulunduğu kitabı koynunda gezdirip arada bir okuduğunu düşünmeden ‘Puslu Kıtalar Atlası’nı anlayabilir miyiz?
İhsan Oktay Anar, romanlarının tümünde, enerjisinin çoğunu birbirinin içine geçen hikayeler anlatarak kurgusal açıdan karmaşık bir yapı inşa etmeye harcar. Bunu yalnızca bir ‘şıklık’ olsun diye yapmaz elbette. Bu tercih boşuna değildir ve romanın gidişatına dair bir anlam taşır: modernist roman kendine dair düşünen karakterlerle uğraşırken, post-modern roman doğrudan kendine (yani edebiyatın kendisine) dair düşünmektedir. Bu tutum en çok ‘Puslu Kıtalar Atlası’nda Uzun İhsan Efendi’nin Rendekâr’la hesaplaşmasında ortaya çıkar: “Kendi kendine, ‘düş görüyorum’ dedi, ‘düş gördüğümden şüphe edemem. Düş görüyorum, öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim?’”
Öznenin dağılıp parçalara ayrıldığı post-modern romanın, felsefesini özneyi esas alarak oluşturan Descartes’a atacağı gol tabii ki bu olacaktır. Rendekâr (bu isim biraz da ‘sahtekâr’ gibi de tınlıyor aslında) düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarır. Uzun İhsan Efendi de düşünür taşınır, o da sonunda varolduğuna kanaat getirir ama kim olduğuna dair bir fikri yoktur: “Galata’da, yelkenci hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek?”
Vladimir Nabokov, 1948-52 yılları arasında Cornell Üniversitesi’nde verdiği derslerin notlarından oluşan ‘Edebiyat Dersleri’ adlı kitabının önsözünde, edebiyatın çıkış noktasına dair bir tahminde bulunur: Edebiyat, bir taş devri çobanının ‘İmdat, kurt var’ diye bağırarak vadiden aşağı doğru koştuğu ve gerçekten gri çirkin bir kurt tarafından kovalandığı gün başlamamıştır: Edebiyat, aynı oğlanın etrafta kurt falan yokken ‘kurt var’ diye bağırdığı gün ortaya çıkmıştır. Kurt yokken onu hayal edenin, kendisini sonunda gerçek bir kurdun midesine bulması ise tamamen tali bir meseledir, Nabokov’a göre. Yalancı çobanın hikayesinin bu tarafıyla hiç ilgilenmez o. Mühim olan çobanın hayalgücüdür. Çünkü o olmadan edebiyattan söz edemeyiz.
İhsan Oktay Anar da, Nabokov gibi, düşten yana taraf alır. Hikâyelerini gerçek-kurgu ilişkisi üzerine kurarak edebiyatın temel meselesini romanının meselesi haline getirirken bize söylemek istediği budur: Aslolan kurgudur. Yani, hem Anar hem de romanlarında karşımıza çıktığı haliyle İhsan Efendi, düşle gerçeği ya da sanatla hayatı birbirinden ayıran çizgiye meydan okur. Çünkü, gerçek dediğimiz şey de birinin düşüdür aslında.
En nihayetinde, ‘Amat’ta Musa Efendi’nin de söylediği gibi: “Amat ne kadar gerçek ise, bu hikâye de o kadar gerçektir.”
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment