Tuesday, December 08, 2009

Bir dil bulmalı


BirGün/ 14:21 01 Kasım 2009

Bosnalı yazar Meşa Selimoviç, ‘Derviş ve Ölüm’ adlı romanının girişinde kitabın yazılma sürecini anlatır. Ben önsözleri sevmem. Kitabını nasıl yazdığını anlatan yazarları hiç sevmem. Ama bundan on sene kadar önce Selimoviç’in romanını ilk elime aldığımda, gözüm ‘Derviş ve Ölüm’ü neden yazdım, nasıl yazdım?’ adlı girizgâhın ilk satırına takıldı: “1944 yılı sonlarında Partizan ve Tuzla askeri bölge komutanlığında subay olan en büyük ağabeyim, III. Kolordu Askeri Mahkemesi kararıyla kurşuna dizildi.”
Devamını okumak zorundaydım. Okudum da. Türkçe baskının önsözü yerine geçen ve yazarın 1977 yılında yayınlanan hatıralarından alınmış bu yazıda, romanın kendisi kadar çarpıcı bir hikaye vardı. Selimoviç, kardeşinin vurulmasından sonra bu tecrübeyle nasıl yaşadığını ve yirmi sene boyunca bu hikayeyi aktarabilmek için nasıl uğraştığını anlatıyordu. Kardeşinin öldürülmesiyle birlikte, yalnızca yeniden normal bir hayat sürdürebilme umudunu değil, politik inancını da yitirmişti. O, devrime inanmıştı ve devrim kardeşini almıştı. “Şimdi ben neyim?” diye soruyordu kendine, “Ödlek bir kardeş miyim? Yoksa inançsız bir derviş miyim?”
Bu acıyla yüzleşmek için bildiği tek yöntem yazmaktı. Ama hangi dille yazmak?
Selimoviç, yirmi sene boyunca romanıyla “bir şeytanla güreşir gibi” çarpıştığını anlatır. Yazar, siler. Yazar, çekmeceye koyar. Yazar, hepsini atar. Çünkü ne yazarsa yazsın, hangi dili kullanırsa kullansın, hiç biri bu tecrübenin ağırlığı ile baş edemez, onun yanında hepsi eğreti ve sahte durur: “Benim bulacağım dil ne daha iyi, ne daha geniş ifade imkanlarına sahip, ne de daha zengin ve daha zarif olacaktı. (…) Ne aradığımı tam olarak bilmiyordum, yalnız nasıl bir dil olması gerektiğini seziyordum. Bulduğum zaman ne aradığımı tam olarak bilecektim.”
Vazgeçmez Selimoviç. Çünkü vazgeçemez. O hikaye peşini bırakmayacaktır. Yirmi yıl süren boğuşmanın sonunda beklenen dil çıkar gelir: pırıl pırıl, saydam ve durgun bir su gibi derin. Kimi zaman sadeliği ve müziği ile bir dua gibi insanın içine akıveren, kimi zaman mesafesiyle aşılamayacak uzaklıkları hissettiren bir dil. Ve böylece dünya edebiyatının birinci liginde yerini alan esaslı bir romanla karşı karşıya buluruz kendimizi: ‘Derviş ve Ölüm’ kendini Selimoviç’e yazdırır.
Bu hikaye beni hep etkilemiştir. Yalnızca bir yazarın yaratma sürecinin öyküsü olduğu için değil. Bir dil bulmak hikayesi olduğu için de. Hangi tecrübeler dile gelebilir? Hangileri sessiz kalmalıdır? Hangileri asla dillenemez? Hangileri içinse bir dil bulmak insanın bütün ömrünü alır?
Şimdilerde bunu daha da sık düşünür oldum. Açılımla beraber başlayan sürecin bunda payı var. Dağdan inenleri düşünüyorum mesela. Barış Grubu’nu. Onların gelmesiyle beraber alevlenen tartışmaları. Savaş senelerdir sürüyor. Her iki tarafta da büyük kayıplar yaşandı. Çatışmalarda vurulup düşenlerin hepsi gencecik insanlardı. Hepsinin anneleri babaları, kardeşleri, sevgilileri, arkadaşları vardı. Geride kalanlar kayıpları için bir dil bulmuşlar mıdır? Bunu konuşabiliyorlar mıdır?
Onlar belki bu dili hiç bulamayacaklar ama en azından neyin dilini aradıklarını hep bilecekler. Ya tecrübenin kendisine sahip olmadan dilini kurmak isteyenleri ne yapacağız? Sabah akşam şehitlerin kanından, anaların acılarından bahsedenler ve bunun üzerinden politika yapanlar aslında neden söz ettiklerini biliyorlar mı? Bu acının dilini bulmuşlar mı?
Ya da Genelkurmay Başkanlığı, Lice'de Ceylan Önkol'un ölümünün, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı bir propaganda malzemesi gibi kullanılmaya çalışıldığını, “asimetrik kapsamlı ve organize bir psikolojik harekat” sürdürüldüğünü söylerken bu olayın bilgisini aktarabiliyor mu? Bir çocuğun öldürülmesini, bu askeri ve mesafeli dille kaplamak, onu anlatılabilir ve anlaşılabilir kılıyor mu?
Bu dil yaşananları anlatmaktan çok uzak. Birbirimizi anlamak istiyorsak, bunu artık bırakmak gerekiyor. Yeni bir dil bulmak gerekiyor. Selimoviç’in yaptığı gibi.

No comments: