Tuesday, December 08, 2009

“Tutunamayanlar” ve 8. Bölüm


“Tutunamayanlar” ve 8. Bölüm

“Tutunamayanlar,” yalnızca Oğuz Atay’ın en iyi romanı olmakla kalmaz, Türk Edebiyatı’nın büyük eserleri arasında da sayılır. Aslında, belki de modernist edebiyatın dünya üzerindeki önemli temsilcilerinden biridir ama yabancı okuyucuya ulaşamadığı için hep biraz yerel bir roman olarak değerlendirilmeye mahkum olmuştur.
Dille ve üslupla korkusuzca oynuyor olması açısından Joyce’a, acı çekmenin varoluşun esası olduğu yönündeki kavrayışı sebebiyle Dostoyevski’ye, sürekli kendine dışarıdan bakan tedirgin karakterler yaratmış olması nedeniyle biraz da Svevo’ya benzer.
Ve bütün bu malzemeyi tamamen kendine özgü bir şekilde kullandığı için de aslında hiç kimselere benzemez, Oğuz Atay. Nurdan Gürbilek’in de dediği gibi, “Tutunamayanlar” aslında yalnızca Türkçe’de değil “herhangi bir dilde yazılmış en iyi romanlardan biridir.” Böyle kıskanç bir aşkla sevilmesi de bundandır zaten. Atay, okurlarının üzerinde hep aynı hissi yaratır: hepsi yazarın sadece kendisiyle konuştuğunu düşünür ve onu diğerleriyle paylaşmak istemez.
1971 senesinde Sinan Yayınları tarafından ilk kez basıldığında, hak ettiği övgüyü almaz “Tutunamayanlar.” Eleştirmenler, romanın çok kalabalık yorucu ve dağınık olduğu düşüncesindedirler. Bunda en büyük etken, “Tutunamayanlar”’ın
o dönemde popüler olan “toplumsal gerçekçi” romanların uzağına düşmesi ve geleneksel roman kalıplarının dışına çıkmış olmasıdır. Büyük sulara doğru akan bir nehir gibidir Atay’in romanı: başı sonu önceden tespit edilmiş bir hikayeyi belli bir düzen içinde anlatmak yerine, ucu bucağı görünmeyen ve karşısına çıkan her şeyi önüne katıp götüren bir anlatı biçimini yeğler. Dizginlenemez bir enerjiyle yazılmıştır ve bu her satırında hissedilir. Ancak, “Tutunamayanlar,” her ne kadar büyük bir coşkuyla yazılmış olsa bile, ince ince düzeltilmiş ve üzerinde çalışılmış bir romandır. Oğuz Atay’ın kapsamlı bir biyografisini yazan Yıldız Ecevit, yazarın TRT Roman Yarışması’na girmeden önce romanını Vüs’at Bener’e gösterdiğini ve onun önerisi üzerine “metni toparlamaya” giriştiğini anlatır. Ecevit’e göre, Oğuz Atay’ın arkadaşı Uğur Ünel de, metnin kısaltıldığını doğrular: başlangıçta “vahşi bir tarla gibi” olan roman elden geçirilmiş ve bir takım bölümler çıkartılmıştır.
“Tutunamayanlar”’dan çıkarılan kısımlar geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme geldi. Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’nde öğretim üyesi olan Prof. Haluk Oral, aynı zamanda araştırmacı ve bir koleksiyoncu. Geçenlerde, Türk Edebiyatı’na damgasını vuran bir çok eserin hangi koşullarda yazıldığını anlattığı “Şiir Hikâyeleri”’ni yayımladı ve bu öykülerin arasında “Tutunamayanlar”’ın serüvenini de ekledi. Henüz son halini almamış bir daktilo nüshasından yola çıkarak, “Tutunamayanlar”’ın hangi koşullar altında yazıldığını anlatan Oral, kitabın ilk halinden 8. Bölüm'ün nasıl çıkarıldığının da öyküsü anlatıyor.
Bu, bir yandan çok heyecan verici bir keşif: “Tutunamayanlar”’ın ilk nüshalarından birini kim görmek istemez ki? Oğuz Atay’ın elinden çıkmış bir iki satır daha okumak için sıraya girebilecek insanlar tanıyorum. (Aslında kendimi bu sıranın başında bulursam, hiç şaşırmam.) Fakat öte yandan, insan elinde olmadan şöyle bir duraklıyor: Evet, bu önemli bir keşif olabilir ama bazen bir eseri büyük bir eser haline getiren, ona eklenenler değil ondan çıkarılanlardır. Yazar, eserini bize sunacağı zamana kendisi karar verir ve belki de buna saygı duymamız gerekir. Nasıl bir dansçıyı provada izlemek gala gecesinin görkemini mahvedebilirse; bir ressam, nasıl son fırça darbesini vurmadan resmini “tamam” addetmezse, kimi zaman bir yazarın arka bahçesine göz atmak da bir romanın mükemmelliğine gölge düşürebilir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, oluşumlarını aşama aşama takip etme şansımız olsaydı, dünyanın en müthiş romanlarını bile bir noktada sıkıcı bulabileceğimizi düşünüyorum. Dostoyevski, “Budala” için tuttuğu notlarda, on kadar taslak çıkarır. İlk altı planda, romanın başkişisi bağışlanma ve huzur arayan canavar ruhlu bir adamdır. Oysa yazar sonunda, Prens Mişkin’in kişiliğinde, edebiyat tarihinin belki de en saf, en iyi huylu, en meleksi karakterini yaratır.
“Budala”’da anlatılan o dokunaklı hikayeye inanmak ya da Mişkin’in sevmek için bu taslakları bilmemiz gerekmiyor. Aynı nedenle, ne kadar merak uyandırıcı bir hikaye olsa da, Selim’i anlayabilmek ya da Turgut’la beraber o uzun yolculuğa çıkabilmek için de 8. Bölüme ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum.

No comments: