Tuesday, December 08, 2009

ÇOKOMEL, PROUST VE İLK GÜNAH


BirGün/ 14:41 29 Mart 2009

Woody Allen, bence en iyi filmlerinden biri olan ‘Zelig’de, girdiği ortamlara uyum sağlamak için sürekli görünüm ve kimlik değiştiren bir adamın hikâyesini anlatır. Leonard Zelig’in bu amanvermez hastalığı şöyle başlar: Okulda arkadaşları ‘Moby Dick’e dair konuşurken, bizimki romanı okumamış olduğu halde okumuş gibi yapıp tartışmaya katılmış ve araya karışıvermiştir. Bu davranışı, onu daha sonra bir sosyal bukalemun haline getirecek ve ‘kimliksiz’ bırakacaktır. Zelig’in hikayesi, Melville’in bu ünlü romanıyla başlar ve onunla biter: Zelig, ölüm döşeğinde Moby Dick’i okumaya teşebbüs edecek ama bütün endişesinin romanı bitiremeden ölmek olduğunu söyleyecektir.
Herkesin hayatında böyle belalı bir roman vardır. Benim belalı romanlarımdan biri de Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ adlı görkemli eseridir. Marcel Proust, yaklaşık üçbin sayfadan ve yedi ayrı kitaptan oluşan bu dev romanını, hayatının son onyedi yılında yazmıştır. Ancak, kitabın görkemi yalnızca kütüphanede kapladığı yerden gelmez: ‘Kayıp Zamanın İzinde,’ zamanın kendisini bir karakter haline getirip romanın merkezine koyarak modernist edebiyatın en iyi örneklerinden birini verir.
Proust’un öyküsü, kitabı okumamış olanların bile edebiyat tarihindeki yeri nedeniyle gayet iyi bildiği şu sahneyle açılır: Ihlamura batırdığı Küçük Madlen adlı kekten yayılan kokuyla, yazar geçmişe doğru hareket eder ve roman bu anın/anının üzerinden yayılarak genişler: “... tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kaseye akıttıkları silikkağıt parçalarının, suya girer girmez şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.”
Proust’u okumakta zorlanıyor olmamın sebeplerinden biri de, bu imgeyle ilgili olsa gerek. Yakın zamana dek, bu madlenli ‘bellek yarılması’nın tam olarak nasıl bir his olduğunu tam olarak kavrayamamıştım. Oysa, öyle bir Proustvari an yaşadım ki, sonunda ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi okumak için tamamen hazırım artık.
Çokomel denen çikolata uzun süredir kayıptı. Geçenlerde bir de baktım ki, başka bir isim altında yeniden ortaya çıkmış: “üstü çikolata kaplı, içinde kar gibi bir bulut saklı!” Kantinde otururken, bir tane alıp kahveyle yedim. Önce pek güzel geldi. Sonra bu lezzetin bana hatırlattığı anıların yoğunluğu ile sarsıldım. Proust’un dediği gibi bütün çocukluğum o çikolata kağıdından fırlayıp karşıma dikildi: akşamları karanlık yavaş yavaş inerken kızartma kokularıyla dolan sokak aralarında koşuşturan çocuklar, ölü gözü gibi yandığı için kendine bile hayrı olmayan sokak lambaları, çiçekli elbisesinin içinde pencereden sarkarak beni eve çağıran anneannem, aynı pencereden bakınca sokağın köşesinde küçücük görünen köhne bakkal dükkanı, o bakkalın önünde sabah akşam gazoz içerek önlerinden geçen kızlara göz süzen mahalle delikanlıları, hepsi birer birer sökun ettiler.
Ama çokomelle gelenlerden en fenası, ilk günahımla ve onun getirdiği utançla ilgiliydi. Çoğu sokakta büyümüş gözüpek çocukların ataklık konusunda birbirinden rol çaldığı mahallemizde hayat, benim gibi bir muhallebi çocuğu için pek kolay sayılmazdı. Sadece altı yaşındaydım ama kabul görmediğimi anlayacak kadar zamanım olmuştu. Acıyla farketmiştim ki, kimse bana aldırmıyordu. Ama bakkal vardı, bakkalda bir sürü çokomel vardı ve daha da önemlisi babamın orada hesabı vardı. Çözüm belliydi: Mahallenin en bıçkın çocuklarını toplayıp onlara çokomel ısmarladım. Ağalık bu ya, bunu bir ay boyunca her gün yaptım. Bakkal da, halinden memnun olsa gerek ki, babama haber vermedi. Ay sonu geldiğinde, babam anneannemin mutfağında benimle hayatım boyunca unutmayacağım bir konuşma yaptı. Daha sonra başımı her belaya soktuğumda yapacağı gibi, o zaman da bana yumuşacık ve şefkatli davrandı. Bu beni daha da utandırdı. Konuşma boyunca utancımdan kıpırdayamadığım için gözümü dikip bakakaldığım bir köşesi kırık fayansı hala hatırlıyorum. Evyenin üzerinde iğreti bir şekilde duruyordu. Tıpkı benim ‘bunu bir daha yapmamalısın’ diyen babamın karşısında durduğum gibi.
Bu olaydan sadece bir sene sonra okumayı öğrenecek ve dışarıda kalmayı umursamayacaktım ama henüz bunun olacağından haberim yoktu.
Kabul görmek için verdiğim bu tavizi, kendi ‘Zelig’ anımı, çokomel sayesinde hatırladım.
Anlaşılan, Proust okuma zamanı gelmiş.

No comments: