Tuesday, December 08, 2009

MUTLU SONLA BİTEN ROMANLAR


BirGün/ 14:00 03 Haziran 2009

Bu hafta köşemi Mösyö Pascal’a bırakıyorum: “Balayı. Gereksiz bir adet. Biz kediler, bu tür burjuva alışkanlıklarıyla vakit geçirmeyiz. Kediler ya aristokrat olur (benim gibi) ve bu tür işlere el atmayacak kadar asildirler; ya da proleter olur (aynı evi paylaşmak zorunda bırakıldığım şu sokak kedisi gibi) ve bunu yapacak durumları olmaz. Bana göre güneşin altında yeni bir şey yoktur ve güneş de evimin bahçesinde parladığına göre, neden başka bir yere gideyim? Hangi gerekçeyle olursa olsun seyahat etmek tamamen aptalca bir şeydir – hele hele balayı seyahati! Soylu soysuz bütün kediler gayet iyi bilir ki, aklı olan herhangi bir canlı evini asla terk etmez. Geriye döndüğünde sürprizlerle karşılaşmayı kim ister, değil mi?
Fakat bu insan milleti böyle işte! Zeki olup olmadıkları bir yana, zayıf karakterli oluyorlar diye düşünüyorum ben. Mesela bir kaç haftadır bu köşede yazan Meltem’i ele alalım. Yalnızca ve yalnızca bir adam yüzünden, beni ve Püskül’ü terk etmiş olması yetmiyormuş gibi, bir de gidip o adamla evlendi. Neymiş efendim, beyefendinin kedilere alerjisi varmış! Bizim de ona alerjimiz var. Ben şahsen sesini bile duyduğum zaman anaflaktik şok geçirip kendimi yere atıyorum. Gerçi Püskül, onu ne zaman görse, bacaklarına sürtünüp sevecen gurultular çıkarmayı tercih ediyor ama onun türümüzün en iyi örneklerinden biri olduğunu söyleyemeyiz.
Neyse, diplomatik olanlar da dâhil olmak üzere sonuçta bütün çabalar boşa gitti. Meltem evi terk etti. Biz güneşli bahçemizde, bizi besleyip doyurmak için tahsis edilen yeni valemizle baş başa bırakıldık. Kötü bir adam sayılmaz gerçi, arada bir bize balık servisi bile yapıyor. Ancak sınıf duygusu biraz zayıf. Oysa gereksiz duygusallığına, sakarlığına ve bir takım başka kusurlarına rağmen Meltem iyi bir kâhyaydı: bana ve Püskül’e aynı şekilde davranılmaması gerektiğini gayet iyi bilir ve aramızdaki hiyerarşiyi gözetirdi. Şimdi ev bir Doğu Bloku ülkesine döndü. Herkes her yerde. Ev hep kalabalık, insanlar hep aç ve eşitlik lafından geçilmiyor.
Fakat bunlardan bahsetmek değildi niyetim. Ben aslında sizin için buradayım. Meltem’in, balayına çıkmadan önce sinir bozucu bir iyimserlik içinde çiziktirip gazeteye yolladığı yazıyı okuyunca gözlerime inanamadım. (Kimbilir, belki de türlerindeki bir arızadan dolayı, bu insan milleti evlendiği zaman bir kaç numara aptallaşıyor.) Yazının başlığı ‘Mutlu Sonla Biten Romanlar’dı ve tam da bundan bahsediyordu. Yazıyı baştan sona okuduktan sonra imha etmeye karar verdim. Sizi böyle bir eziyete maruz bırakamazdım.
Yani düşünebiliyor musunuz? Hangi aklı başında insan mutlu sonlara inanır? Ve bunların arasından kaç tanesi, bu romanların listesini yapıp kendini rezil etmeyi göze alır? (Sevdiğiniz romanlar arasında kaç tanesinin mutlu sonla nihayete erdiğini düşünün. Hiç biri, değil mi? Ya da buna yakın bir şey. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?) Oysa Meltem, Jane Austen’in ‘Gurur ve Önyargı’sından başlamak üzere on romanı arka arkaya sıralamış ve hepsine dair iyi bir şeyler söylemeyi başarmıştı. (Düğün sonrası neşesi? Adrenalin fazlası? Şekerli bir romantizm?) Okurken mideme kramplar girdiğini sizden saklamayacağım. Mesela, Austen’in romanına dair, kendisi aşk hayatında gayet mutsuz olmuş bir yazarın elinden çıktığını düşünürsek, bu hikayenin mutlu sonu bütün benzerlerinden çok daha fazla hak ettiğini ve içerdiği mizah duygusu sayesinde herhangi bir romantik hikaye olmaktan çıktığını yazıyordu.
Romantik edebiyatın bir tür abur cubur halinde tüketildiği bir dönemde, bu yazılır mı şimdi? Hayat kötüye gittikçe edebiyattan beklentilerin değişmesi belki de kaçınılmaz bir şey. Daha bir kaç hafta önce, New York Times’da, romantik romanların satışının kriz sebebiyle yüzde 6 civarında artığına dair bir makale okudum. Bunun endişe verici bir tablo olduğunu kimse inkar edemez. Sonunda, bütün bu mutlu son bağımlılarının edebiyatı tamamen ele geçireceğinden korkuyorum. Hatta belki kimi romanları bu esasa göre yeniden yazmayı bile düşünebilirler.
Yani lütfen, rica ediyorum, şöyle bir şey düşünün: Thomas Hardy’nin ‘Tess’i ağır ağır yenen bir akşam yemeğinde ‘Tuzu uzatabilir misin, hayatım?’ cümlesiyle bitiyor; Nabokov’un meşhur romanının sonunda Humbert’la Lolita el ele lunaparka gidip pamuk helva yiyorlar; ‘Uğultulu Tepeler’de Heathcliff iyihuylu bir çiftçi haline geliyor, ya da Anna ile Vronsky evlenip Yalta’da inzivaya çekiliyorlar.
Hayat etmesi bile korkunç.
Anlıyorsunuz, değil mi? Mutlu sonla biten romanları öven bir yazının size ulaşmasına izin veremezdim.
Sadakat ve dostlukla, Mösyö Pascal”

No comments: