Tuesday, December 08, 2009

TUVALETTE OKUMAYA DAİR

BirGün/ 13:32 21 Haziran 2009


Geçenlerde okuduğum küçük bir habere göre, Japon yazar Koji Suzuki, insanların tuvaletteyken bir şeyler okuma alışkanlığından yola çıkarak, son romanını tuvalet kağıdına basmaya karar vermiş. Daha önceki kitaplarından biri, önce ‘Ringu’, sonra da ‘The Ring’ (Halka) adıyla iki kez sinemaya da uyarlanan Suzuki, sadece Japonya’da değil dünyada da tanınmış bir yazar. Yine bir gerilim hikâyesi olan ‘Drop’ adlı bu yeni romanı da, muhtemelen çok satanlar listesine girecektir. Fakat tuvalet kağıdı formunda sunulsa bile, barsak hareketleri beklenenin altında seyreden insanlara bir faydası olur mu bilemem.
Yine de Suzuki beyin tespitinin yerinde olduğunu söylemek gerekir: Tuvalette okuyanların sayısı hiç de az değildir. Sindirim sürecini nihayete erdirirken bir yandan da bir şeyler okumak bir çok insanın vazgeçemediği bir alışkanlıktır. Kimi gazete okur kimi dergi. Bazıları kalın kalın kitaplarla tuvalete girmeye cesaret ederken, bazılarıysa yalnızca bulmaca çözmeyi tercih eder.
Ben tuvalette okumaya çocukken başladım. Aslında biraz mecburiyetten oldu bu. Çok sıkı bir disiplin altında büyüdüğüm için, uyku saati geçtikten sonra değil ayakta kalmak, yatakta kitap okumak bile mümkün değildi. Annem ışığı kapatır ve iyi geceler dileyip giderdi. Yalvarmak falan da işlemezdi. Işık söndüğünde kitabın en heyecanlı yerinde kalmış olurdum. Kaldığım sayfaya geri dönmenin tek yolu tuvalete gitme bahanesiyle yataktan kalkmak ve orada biraz oyalanarak çaktırmadan okumaktı. Kolej sınavına girmeden önceki gece aynı numarayı çekerek bir iki kez kalktığımı ve tuvalette ‘Arzın Merkezine Seyahat’in yarısından çoğunu okuduğumu hatırlıyorum.
Zaruretten başlayan tuvalette okuma alışkanlığım yine birtakım zorunluluklar yüzünden devam etti. Biraz daha büyüyüp de macera romanları yerine ‘kız kitapları’ diyebileceğim bir şeyler okumaya başladığımda, bir başka sıkıntı hasıl olmuştu. Acıklı sahneler geldiğinde kendimi tutamıyor ağlıyordum. ‘Küçük Kadınlar’da Beth hastalandığında, ‘Bir Genç Kız Yetişiyor’ adlı romanda Francie, kendisine babasından kalan tek şey olan tıraş kâsesini almak için berbere gittiğinde, ya da ‘Demiryolu Çocukları’nda Roberta, Peter ve Phyllis artık fakir oldukları için ekmeğe hem reçel hem de yağ süremeyeceklerini farkettiklerinde ben de onlarla birlikte (hatta bazen onlardan da önce) gözyaşı döküyordum.
Bana yasak olduğu için el altından bulup okuduğum Kemalettin Tuğcu romanlarında da durum değişmiyordu tabii. Ağlamak zevkli ve rahatlatıcıydı aslında. Fakat bir yandan da bu sulugözlü halimden utandığım için, ağlayacağımı hissettiğim zaman tuvalete sığınır olmuştum. Kalabalık bir ailede bunu yapmak her zaman iyi netice vermiyordu. Kapıda bekleyenlerin sabrı taşabiliyordu. Ama klozetin üzerine yerleşip duvardaki portakal renkli fayanslara bakarak hıçkırmak ve burnumu babamın kapının arkasında asılı duran bornozuna silmek gibisi de yoktu.
Üniversite yıllarında bir başka mesele çıktı ortaya. Evdeyken, tuvaletin önünde arbede olabiliyordu ama en azından kendime ait bir odam vardı. Oysa üniversiteye başlayıp da yurda geçince, her biri memleketin başka bir yerinden gelen oniki kişi ile odamı paylaşmak zorunda kalmıştım. Bizimki, çamaşırhaneden bozma bir yer olduğu için yurdun en kalabalık odasıydı ve ben o odadaki onüçüncü şahıs olarak pek mutsuzdum. Çünkü bir an bile yalnız kalmak olanaklı görünmüyordu.
Ne zaman yatağa uzanıp iki satır okumaya kalksam, şarkılar söyleniyor, tiyatro oyunundan sahneler prova ediliyor, ders tekrarı yapılıyor, ya da hiçbir şey olmazsa sağa sola sataşılıyordu. Tek çareyi arada bir kendimi tuvalete kilitlemekte bulmuştum. Böylece yalnız kalabiliyor ve bir iki satır okuyabiliyordum. Tabii, orada da tuvaletin önünde kuyruklar oluşuyordu. Ama ben artık idmanlıydım. Aldırmıyordum.
I. Kız Yurdu’nun zemin katındaki o tuvalette neler okumadım ki? Çehov öyküleri, Dürrenmatt oyunları, John Donne soneleri, Burns’ün ‘Batı Medeniyetleri Tarihi,’ o yıllarda kimsenin elinden düşürmediği Erich Fromm ve yine pek moda olan Milan Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ ile Elias Canetti’nin ‘Körleşme’si de tuvalette okundular.
Hâlâ arada bir tuvalette bir şeyler okuduğum oluyor. Ama artık yalnız kalmak için banyoya sığınmama gerek kalmadı.
Belki de yeterince acıklı kitaplar okumuyorumdur, kimbilir.

No comments: