Tuesday, December 08, 2009

Edebiyatımızın "Kekeme Çingenesi"


Bir Minör Edebiyatçı olarak Murat Uyurkulak

BirGün Kitap Eki

“Bütün güzel kitaplar bir tür yabancı dilde yazılmıştır.” Edebi metinler üzerine denemelerini bir araya getirdiği ‘Kritik ve Klinik’ adlı kitabında Gilles Deleuze, bize aslında Proust’a ait olan bu sözü hatırlatır.

Deleuze’e göre, iyi yazarların tümü ana dillerinin içinde başka bir dil yaratırlar; yani “major” bir dilde “minör” bir dilin oluşmasına yol açarlar. “Minör” edebiyatçılar, dili alışıldık yollardan saptırır ve “yeni dilbilgisel ya da söz dizimsel güçleri gün ışığına çıkarır.” Deleuze’un “kekeleme” ya da “sabuklama” dediği bu hal, yazmanın temel halidir aslında. Bu olmadan hakim dilin dışına çıkmak ve yeni bir şey söylemek mümkün değildir. Melville böyle yazar. Kafka böyle yazar. Joyce kesinlikle böyle yazar. Hepsi dil içinde kendi özel alanlarını yaratır, oradan konuşurlar. Bunun içindir ki, onların elinden çıkan metinler, bize bambaşka bir mecraya girdiğimiz duygusunu verir. Alışık olduğumuzdan farklı bir alana ayak bastığımızı hisseder, bu yeni dünyanın kurallarını anlamak için çaba sarfederiz. Tanımadığımız bir dilbilgisini çözmek gibidir bu. Yabancı bir dille ilk karşılaşmadır. Heyecan verir insana.

Bizim yazarlarımız arasında da “minör” edebiyatçılar var elbette. Sayıları çok değil. Ama varlar. Oğuz Atay, Bilge Karasu, Leyla Erbil ilk aklıma gelenler arasında.
‘Tehlikeli Oyunlar’ı, ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ni ya da ‘Cüce’yi eline alıp da yeni bir kapının eşiğinde durduğunu hissetmeyen yoktur herhalde. Kimi bu daveti kabul etmez ve o kapıdan girmez. Bunlar sapa yolları seçmeyenler, ana dilden şaşmayanlardır. Yabancı dil bir yana, herkes her lehçeyi de konuşamaz. Ama bu kapılar hep vardır ve yepyeni yerlere açılırlar. Oraya doğru yürümeye cesareti olanlar gelir ve içeri girerler.

Yeni nesil romancılar arasında da bizi arka sokaklara sokup daha evvel geçmediğimiz yollara çıkaranlar var. Mesela, son on yılın bir numaralı “minör” edebiyatçısı kim diye sorarsanız, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim: Murat Uyurkulak.

Onu ilk kez okuduğumda, Kafka’nın yüzme şampiyonuna söylettiği ve Deleuze’ün de pek beğendiği şu lafı hatırlamıştım: “Sizinle aynı dili konuşuyorum ve yine de söylediklerinizin tek kelimesini bile anlamıyorum.” Kitapçıda elimde Uyurkulak’ın ilk romanı TOL’u tutuyor ve hayretler içinde bakıyordum: sözcükler benim de bildiğim sözcüklerdi, ama böyle bir araya getirildiklerine daha önce hiç tanık olmamıştım. (Deleuze yanı başımda durup omzumun üzerinden bakıyor olsa, üslup denen şeyin tam da bu olduğunu söylerdi herhalde.) Hemen orada bir sandalyeye çöküp okumaya başladım. Okudukça kalbim çarptı, heyecanlandım. Bu tren daha evvel gitmediğim bir yere doğru gidiyordu.

Roman ilerledikçe, dil de katmer katmer açıldı. Uyurkulak anlatılamayacak olanı anlatmanın yolunu bulmuştu sanki. En zor olanı bile söyleyebiliyordu. Hem de hiç bayağılaştırmadan, sıradanlaştırmadan, içini boşaltmadan. Kenarda duranların, kaybedenlerin, dünyayı değiştirmek isterken kendilerine o dünyada küçücük bir yer bile bulamayanların hikayesini anlatıyordu oysa. Acı vardı, evet. Hem de çok. Ama bu kitapta kendine yepyeni bir dil buluyordu: “Çocukları kulaklarından, kadınları saçlarından, birbirlerini damarlarından tutup sağa sola fırlatan bütün o erkeklerinse, öyle öfkeli ve çarpılmış yüzleri var ki, dokunsan ağlayacaklar, cılız gövdeleriyle öyle bir kasıntı üzre yürüyorlar ki sokaklarda, fiske vursan dağılacaklar.”
Kendi becerisinin farkında olan bir yazarın hince buluşlarından, ya da Uyurkulak’ın daha çok hoşuna gidecek tabirle, “tilkiliğinden” kaynaklanmıyordu bu üslup. Bir “şıklık” olsun diye yapılmamıştı. Bundan çok farklıydı. Dünyayı başka bir ışık altında görmek gibi bir şeydi. Eşyaya yeniden isim vermek gibi bir şeydi. Kalbim çarpmasın da, ne yapsındı?

Kitabın dönüm noktası olan 12 Eylül’e geldiğimde, yazarın, bu kadar ağır bir tecrübeyi aktarmak için ne tür bir dil kullanacağını merak ediyordum. Bulduğu dili görünce, nefesimi tuttum. Çünkü bu dil tanıdık bir yerden başlıyor ama tansiyon arttıkça şirazesinden çıkıyor ve dağılıyordu. Uyurkulak, telefon mesajlarından ve internetten tanıdığım bir ifade biçimini alıyor ve onu bambaşka bir şeye dönüştürüyordu. Bu dilin, anlattığı hikayeyle bir araya geldiğinde yarattığı karşıtlık öyle güçlüydü ki, neredeyse fiziksel olarak sarsıldığımı hatırlıyorum.

"Ve sabahı ezip geliyorlar. toplarıyla, tüfekleriyle, kasaturalarıyla, hınçlarıyla geliyorlar. hepsi çok iri, hepsi çok haki. başlarına yeşilli sarılı bezler sarılı, yüzlerine siyah yağlar sürülü, postalları kocaman, bir karış eninde palaskaları, kn kırmızı madalyonları, yüzkleri, kn dondran gülşleri...

Vhşi bir dörtgn çiziyorlr... Komutahne, şkenchan, myhne, tecavzha...

Yakaladkları gnçlri kurşn diz... Esmr'i, Sle'i, KMam'yı, Brc'yu ve dğerlern mydna sürkl... parç... soyy... sryla... dflrc... dövrk satlerc... bcklrnn arsndan kn... gğslr lm lme...

Şr srünerk çıkıyor şknchndn... Biri klna giryor, Salih, kamyonet az ileride... hadi... Hd... Şr bakı... Esm... ğzndn kn kn... gözleri bembeyaz... gzlr bmbyz...

Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..... "

Üstelik metin boyunca kullanmadığı sesli harfleri, bu bölümün sonuna uzun bir çığlık halinde koymuş, bir tokat da oradan çakmıştı. Deleuze’ün “kekeleme” dediği şey bu değilse neydi? Afallamıştım.

İkinci roman HAR çıkınca da devam etti bu şaşkın halim. Bu sefer biraz daha hazırlıklı, biraz daha soğukkanlı olabileceğimi düşünüyordum. Ama yine gafil avlandım. O üslup beni yine yerime mıhladı, yine kitapçıda rafların önünde dikilip okurken buldum kendimi: “Kardeşimin vefatından önce, parklarda dolanırken çitlediğimiz çekirdek ailemizi muadillerinden ayıran hiçbir özellik yoktu. Bir kalıp teneke peynirine benzerdik, öyle bildik, ak, delik ve peynirin kalıbını aşan sıfatlarla sürünür giderdi cümle ailemiz: Babam, annem, ben, kardeşim erkek... Âlem yaygarasına karşı teksesli ve kederli bir kuartet...”

Böyle başlayan bir romanı kapatıp yerine bırakabilir misiniz? Yeniden aldığınız rafa koyabilir misiniz? Koymayın da zaten. Hazır Kitap Fuarı da başlamışken, gidip kendinize bir iki roman alın. Ama dikkat edin aralarında mutlaka Uyurkulak’inkiler de olsun.

Çünkü o, edebiyatımızın “kekeme çingene”sidir. Zurnanın ucundaki yepyeni çingene.

No comments: